10.6.13

Başbakan ve AK Parti beni neden kaybetti

Belediye başkanlığı yıllarından beri Recep Tayyip Erdoğan'a sempati duyardım. Mazlumun yanında durması, dobralığı ve en önemlisi de politikadan önce hizmete, laftan çok çalışmaya verdiği önem beni etkilemişti. İstanbul için yaptığı altyapı çalışmaları ve sonrasında Ak Parti iktidarının ve belediyecilik anlayışının Türkiye'ye getirdiklerini burada teker teker saymaya gerek yok ama bana göre Türkiye'ye 10 yıl içinde hem ekonomik hem de siyasi olarak çağ atlatmışlardır. Zaten şu anda Gezi olaylarının bu noktaya kadar gelebilmesinde Ak Parti'nin yarattığı konjonktürün büyük payı var bana göre. Türkiye son on yılda sosyal ve ekonomik olarak hızlı bir değişim geçirdi ve siyaset bu değişime çoğu zaman yetişemedi. Bugün Ak Parti'nin neo-liberal politikaları sayesinde artık Türkiye dünyaya çok daha entegre. Bu yüzden bir avuçtan çok daha fazla insan üniversite okuyor, seyahat ediyor, dünyada neler olup bittiğinin farkında, farklı kaynaklardan bilgi alabiliyor ve kendi özgür çizgisini, düşüncesini oluşturabiliyor.

Ben de “yetmez ama evet”çilerdenim. Hayatımda ilk defa oy kullandım ve vesayet sisteminin kalkması için gönül rahatlığı ile oy verdim. Bugün de hiç pişman değilim. Eski düzende olsaydık işte tam bu kriz dönemlerinde kimin araya girip kendine fırsat çıkaracağını çok iyi bildiğim, meydanlarda TOMA yerine tank görmek istemediğim, sivil diktanın askeri bir diktadan çok daha kolay yıkılabileceğini bildiğim, demokrasiye inandığım için pişman değilim. Hep yeni hedefler, Türkiye'nin açmazlarından kurtulması, herkesin inancını rahatça yaşayabilmesi, siyasi ve ekonomik istikrar, toplumsal barış uğruna hükümeti ve Erdoğan'ı, bazen kısmen de olsa, destekledim. Ancak Başkanlık sistemi tartışmaları, AB hedefinden sapılması, azınlık haklarında ayak diretilmesi ve son olarak da Gezi olayları bir kez daha ve kesin olarak gösterdi ki Erdoğan liderligindeki Ak Part iktidarını sağlamlaştırmak adına her köprüyü yakmaya, ilkelerinden taviz vermeye, milleti birbirine düşürmeye hazır.

On sene demokrasilerde iktidar için çok uzun bir süredir. Hem iktidar metal yorgunluğu, hem de vatandaş bir bıkkınlık yaşıyor. İsminde adalet barındıran bir partinin hükümeti adaletli davranamadığı, gerçekten adil bir yargı sistemi kuramadığı için halk artık insiyatifi eline aldı ve başkaldırdı. Efendim orada devrimciler, Kemalistler, darbeciler, sermaye ve komünistler varmış. Nihai amaçları ve ideolojileri farklı olan insanların ortak bir payda da buluşması, ezberlerin bozulması niye insanları bu kadar rahatsız ediyor? Bugün Topçu kışlası ve devlet terörüne karşı kader birliği yapan insanlar illa hükümeti de düşürmek için de birlikte çalışmak zorunda mı? O zaman iç ve dış düşmanlara yarayacak diye devletimiz ve hükümetimiz ne yaparsa eyvallah diyelim, gazı da, betonu da üzerine soğuk su niyetine içelim. Güçlü Türkiye, güçlü devlet, güçlü millet derken tek bir bireyin bile hakkını yiyor, sesini duymazdan geliyorsak gün gelir o sistem bizim de hakkımızı yer, bize de zulüm yapar. İşte mesele üç-beş ağaç değil tam olarak da budur.

Ne kadar dezenformasyon yapılırsa yapılsın birçok kişi (görmek isteyenler tabi) doğruyu ve yanlışı çok iyi görüyor. Sırrı Süreyya Önder mi dış mihrakların veya faiz lobisinin adamı? Dolmabahçe'deki Bezm-i alem Cami'sinde bir bira kutusu bulundu diye kıyamet koparıldı. Hepimiz izledik görüntülerde çoğunluğun ne kadar saygılı olduğunu ve müezzinin açıklamalarını ama Başbakan bunu kullanmakta tereddüt etmedi. Eğer göstericilerden bir kısmının dine karşı mesafesi, hatta öfkesin var ise bunda iktidarın söylemlerinin ve politikalarının hiç mi payı yok? Dindar nesil yetiştirmeye çalışıyoruz dedikçe bu gençlikte bir tepki yaratacaktır. Halbuki örnek teşkil ederek, dışlamayarak inanmayanları veya mesafeli olanları sevgiyle, eğiterek inançlı bir nesil yaratmak değil mi makul ve makbul olan? Zorlamanın ve zorbalığın yarattığı ters etkiyi ve tepkiyi şu anda iktidarda olanlar yaşamadılar mı, bilmiyorlar mı?

Ak Parti'ye yakın, teşkilatın içinden de arkadaşlarım var. Bazıları olayları kavrıyor, gerçekleri görüyor ama Başbakanı ve partiyi savunmak adına ses çıkaramıyor. Bir kısmı da kara propagandaya körü körüne inanmış veya inanmak istiyor çünkü liderlerine inançları tam ve bu inanç sarsılırsa hep beraber alaşağı edileceklerini düşünüyorlar. Hem Ak Parti sadece Erdoğan'dan ibaret değil diyorlar, hem de onsuz siyaset yapmaktan ödleri kopuyor. Zaten asıl sorun da burada. Bir lider bu kadar geniş sorumluluk, kudret ve yetkiyi toplarsa, hata yapması normal olan bir insanı hatasız gibi göstermeye uğraşır durursunuz. Bunun eleştirdiğimiz Atatürk ve İnönü üzerinde kurulan tabulaştırmadan ne farkı var? Liderler onu eleştirebilen güçlü rakipleri ve dostları oldukları sürece güçlülerdir. Diğer türlü sadece yalnızlaşırlar.

Ak Parti hükümeti bir zamanlar karşı durduğu sistemin ta kendisi olmuş ve devletin kendisine uyguladığı çifte standardı ve baskıyı başkalarına uygulamaya başlamıştır. Tabi ki bu yapılanları 28 Şubat ile karşılaştırmak abes olur. Onun da ilk yıllarına Türkiye'de şahit oldum ve en yakınımdakileri etkiledi. Ancak artık 1998’de değiliz, hem dünya hem Türkiye farklılaştı. Artık benim için Tayyip Erdoğan Türkiye'yi getirdiği yerin zihniyet olarak gerisinde kalmıştır. Bundan sonraki seçimlerde ben ve benim gibi düşünenlerin AK Parti'ye oy verebilmeleri için bu lider saplantısından kurtulması, demokrasi bayrağını daha ileriye taşıyacak bir lider çıkarması gerekli.

Başbakanım,

Siz ülkeyi bölmeye, kutuplaştırmaya devam ederek belki tabanınızı sağlamlaştırıp oyunuzu arttırabilirsiniz ama özgür düşünebilen, olaylara ilk elden şahit olmuş vicdan sahiplerini kaybedersiniz. Bu cepheyi siz açtınız kusura bakmayın. Şimdi de sorumluluğu muhalefet partisine, faiz lobisinin üzerine atmaya çalışıyor, bir zamanlar size karşı yapılan kara propagandayı şimdi siz yapıyorsunuz. En çok da bu beni hayal kırıklığına uğratıyor. Taksim projesini bu kadar sahiplenmiş, sorumluluğu tek başına üzerine almış, belediye başkanı gibi projeyi savunan birinin işler ters gidince, dediği olmayınca sorumluluğu ona buna atması, bana ne mertçe ne de erdemli bir davranış gibi gelmiyor. Sizi sevenler karakterinizden, adam gibi adam olmanızdan dem vuruyor ama ben burada politik hesaplar, hırs ve kibirden başka bir şey göremiyorum. Kemalist değilim, inançsız veya komünist hiç değilim, faize de hayatımda bir kuruş koymadım. Ancak her türlü meşru mücadeleyi Gezi’nin bir park olarak kalması adına, en çok da sizin ve devletin ben yaptım oldu zihniyetine karşı vermeyi sürdüreceğim. Allah bu süreçte hepimize, en fazla da size sağduyu nasip eylesin. Demokrasimiz de bu testten, şiddet ve kardeş kavgasıyla değil, uzlaşıyla ve daha da güçlü çıksın inşallah.

3.6.13

Bu demokrasi için bir zaferdir ve artık yaraları sarma vaktidir!


Her şey kibirle başladı. Devlet kibri ile. Haklı sebeplerden ve korkulardan orada olan bir avuç protestocunun hor görülüp şiddetle bastırılmasından bugün nerelere geldik. Sorumlular, yetkililer ise göremediler, çünkü kibir ve güç gözlerini kör etmişti. Bu tepki tabi ki bir birikimin sonucuydu. Artık gırtlaklarına kadar bu otoriter söylem ve eylemlerle karşı karşıya kalanlar, hiçbir meşru zeminde seslerini duyurmalarına izin verilmeyen ve hiçe sayılanlar dayanamadı ve kendini sokaklara attı. Başbakanın tavrı, polisin aşırı müdahalesi, medyanın aleni kayıtsızlığı insanları daha da çileden çıkardı. Tabi ki bu olayların büyümesinde dezenformasyon ve provokasyonun da büyük rolü var. Bu dezenformasyon da ise medyanın olaylara sağır kalması, her kanaldan bir veya birkaç muhabirin oradan canlı yayın yapmamasının ve bu yüzden güvenilir kaynak olmamasının payı çok büyük. Bu tepkilerin bu kadar spontan ve bu şekilde verilmesi ise ülkede aslında gerçek anlamda insanların duygu ve düşüncelerine tercüman olabilecek bir muhalefet partisi olmamasıdır. CHP’nin bu olayları organize ettiği ise gülünç bir iddiadır. Ben orada kulaklarımla şahit oldum Kılıçdaroğlu’nun yuhalanmasına. Provokatörler ve marjinal siyasi partiler ise olaya sonradan müdahil olmuş ve bütün çabalara rağmen eylemcilerin içine sızmıştır. Zaten meydan da düzgün örgütlü muhalefet olmadığı için bu marjinal gruplara kalmıştır. İnanın olaylar sırasında ve sonrasında zarar veren her kişi için beş kişi yapma etme dedi. Ancak gaza boğuldukça insanlar gaza geldi. Birçok eylemcinin ve polisin belki de bir daha düzelmeyecek şekilde psikolojisi bozuldu, birbirlerinden nefret ettirildi.


Ancak yiğidi öldürüp hakkını verelim devlet Taksim’den geri çekilerek, gezi parkını göstericilere bırakarak geç de olsa bir geri adım attı. Göstericilerin taleplerini haklı bulan yetkililer süreci iyi yönetemediklerini ve insanları yeterince bilgilendirmediklerini itiraf ettiler. Bu demokratik kültürü az da olsa olan bir ülkede olacak bir pragmatizmdir, bir diktatörlükte bu refleksi göremezsiniz. Ancak Başbakan’ın söylemleri ve üslubu ayrı bir konu. Sadece karizmayı çizdirmemek uğruna açıklamalar yaparak, insanları yatıştırmak yerine kışkırtması belki de bütün bu olayların büyümesindeki en önemli sebeptir. Cumhurbaşkanı çok güzel söyledi: “Demokrasi sadece sandıkta olmaz”. Bunu artık Başbakan’nın da öğrenmesi ve özümsemesi gerek. Tüm Türkiye’nin Başbakanı o, sadece %50'nin değil. Bu anlayışla halkı yönetemezsiniz. Taksim kimsenin oyuncağı, kişisel malı değil. Daha önce yapılan yanlışlara yanlış ekleyerek yıkılmış bir tarihi yeniden “ihya” etmek ise bir saçmalıktır. Kürşat Bumin’in dediği gibi:“Bir 'tarihi eser' nasıl olur da 'yeniden inşa edilir', üstelik bu 'tarihi eser' çoktan 'tarih olmuş' ise?”


Devletin geri adımında sonra artık benim için Beşiktaş'taki, İzmir'deki, Ankara'daki gösterilerin meşruiyeti ve hakkaniyeti kalmamış ve amaç farkı ortaya çıkmaya başlamıştır. Sokağa çıkmak, protesto etmek isteyenler için Taksim açıktır ve açık kalmalıdır. Ama eğer amaç sadece polise saldırmak, kamu malına zarar verip, meşru bir hükümeti düşürmek ise o zaman gerçek demokrasi için sokağa dökülenler,ben, biz bunlardan uzak durmalıyız. Sandıkla gelen bir hükümet ancak sandıkla gider.


Eylemi sahipleniyoruz, biz onları durdurmaya gidiyoruz demek ise gaflettir çünkü durduramadığımıza ben birçok kez şahit oldum. Özellikle Beşiktaş’taki Başbakanlık ofisine girme ısrarı provokasyondur. Aynı şekilde polisinde orayı korumak için ara sokaklara, hatta evlerin içine kadar göstericileri kovalaması akıl dışıdır! Göstericilerden bazıları şiddeti ne kadar içselleştirmis ise polis de içselleştirmiş. Maça gidenler bu anlamsız şiddet kültürünü ve dürtüsünü çok iyi bilir. Çoğunluk evinde pasif direnişe başlayınca marjinallerin de enerjisi tükenecektir.


Gezi direnişi devlete ve otoriter zihniyete atılan bir kendine gel tokatıdır! Gene Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi mesaj yerine ulaşmıştır.Artık yaraları sarma, bir adım geri atma, kazanılanları koruma ve akl-ı selim zamanıdır. Yoksa bu direniş siz-biz savaşına döner. Bugün gördüğümüz gibi şiddetin devamı da hepimize, Türkiye'ye kaybettirir.

10.12.07

Dindarlar Arttı mı Azaldı mı Tartışması bitecek gibi değil...

Dindarlar Arttı mı Azaldı mı Tartışması bitecek gibi değil...

Ben bu konuda birkaç yazıyı burada yayınlamıştım, aylar önce ve ondan çok daha önce de. Benim izlenimlerim tamamen Ali Gür'ün A&G'sinin yayınladığı sonuçlar yönünde, yani dindarların sayısının azaldığı yönünde. NTVMSNBC'nin haberi burada:

http://www.ntvmsnbc.com/news/429138.asp

Katıldığım bir bölümü buraya alıntılıyorum:

'' 1999’DAN BU YANA ORUÇ TUTANLARIN ORANI AZALDI
Türkiye’de oruç tutanları Ramazan ayında aç mı, tok mu diye tek tek sayamazsınız. Türkiye’de 70 bin 600 cami var, her caminin önüne bir adam koyup saymanız mümkün değil. Teorik olarak bunu ispat etmek mümkün değil. Ama benim itirazım şu: Biz yaklaşık 10 yıldır her Ramazan ayında yaptığımız araştırmalarda insanların namaz kılıp kılmadığını, oruç tutup tutmadığını soruyoruz. Görüyoruz ki Türkiye’de oruç tutanların oranı (elbette doğru söylemeyenler de vardır en nihayetinde), özellikle 1999’dan bu yana düzenli olarak azalıyor.

İSLAM CUMHURİYETİ’NDE BİLE BU ORAN ÇIKMAZ
Ve bugün yüzde 50’nin altında. 28 Eylül’de yayınladığımız araştırmamızın sonuçlarına göre; “Düzenli namaz kılarım” diyenlerin oranı yüzde 29. “Oruç tutuyorum” diyenlerin oranı yüzde 49.8. “Hiç oruç tutmuyorum” diyenlerin oranı yüzde 20. Halbuki KONDA’nın araştırmasında “Hiç tutmuyorum” diyen yüzde 5, “Düzenli oruç tutuyorum” diyen 82,5. Yüzde 13 de “Arasıra tutuyorum” diyen var. Ben burdan yola çıkarak konuşuyorum. Bunun ispatı tabii ki mümkün değil ama, Türkiye’de değil, dünyanın hiçbir yerinde adı İslam Cumhuriyeti olan bir ülkede bile, insanların düzenli ibadet etme alışkanlıklarının bu kadar yüksek olması bana bir araştırmacı, bir sosyolog olarak değil, bir vatandaş olarak bile çok geldi.''

9.12.07

Yeni Anayasa Çalışmalarına halkın katkısı http://www.anayasaplatformu.net/soz-sizde adresinde.

Yeni Anayasa tartışmalarında siz de fikrinizi belirtmek için http://www.anayasaplatformu.net/soz-sizde adresini kullanbilirsiniz.

8.12.07

''Alman Göç Yasasında Türklere Ayrımcılık Var'' başlıklı yazım 5 Aralık 2007 tarihli TARAF gazetesinde yayınlandı.

''Alman Göç Yasasında Türklere Ayrımcılık Var'' başlıklı yazım 5 Aralık 2007 tarihli TARAF gazetesinde (sayfa 13, herTaraf sayfası) yayınlandı. TARAF gazetesi (benim görebildiğim kadarıyla) internet üzerinden yayınlanmamaktadır, en azından şimdilik.

Bu ve benzeri her türlü yayınlarımdan haberdar olmak isterseniz, http://sener.akturk.googlepages.com adresini ziyaret edebilirsiniz.

22.10.07

The Problem is not the PKK, it is a Kurdish State


Yesterday Turkish Foreign Minister Ali Babacan paid an unexpected visit to Saudi Arabia. This is one of the clear indications that the current problem Turkey faces in its Iraqi border is not the 25 year old PKK conflict but the prospect of an independent Kurdish State which would be "a bomb to explode Middle East from its foundations". These visits aim at bolstering Arab support for the Turkish cause and stop the Kurds from using the "Arab Card". The general visit to the region will likely include Jordan's King Abdallah and other Arab leaders.

Now some of the nationalists in Turkey will try to dismiss these efforts as "seeking Arab permission for Turkish matters". This is because 'diplomacy' has never been a respected method for the nationalist mindset in Turkey. For example the only diplomatic success story Modern Turkey ever had was the time when our negotiator in Lausanne talks, Ismet Inonu, switched off his hearing aid amidst the negotiations and forced a conclusion. At least that is the only diplomatic story I've been taught in my 12 years of Turkish education. This is a sign of our disbelief at diplomacy. For us, victory can only be earned in the field and then terms could be dictated at the table. Perhaps Turks perceive diplomacy in such a way because they have never gotten anything off the table before unless they had victory in hand. Our inability in diplomacy fuels our disbelief. Even though the underlying reasons for this disbelief are empirically justified in the Turkish mindset, they need to be reviewed. Especially if Turkey is to become a member of the Western club, she needs to learn its ways.

Therefore Babacan's visits should not be dismissed. An approach that ignores diplomacy and dialogue, the though that 'Turk's have no friends' will only leave us lonely, anti-social and aggressive. Although the "Independence Mythology" that our generations have been injected with preaches that we have, as a nation, been in the same situation before and emerged as victors, it is also important to realize that falling back into the same situation would be undoing our victory. If the Turks of today fall into a mood similar to the mood during that of the fall of the Empire, it will only mean that something somewhere has gone wrong and we haven’t come much distance. In fact we have to realize that today the situation is far better than what most people in Turkey are being pressured to feel. Even though those who cannot produce anything in politics are relying on the tried methods of scaring and depressing us into submission to an authoritarian rule they would like and even though the self-interest dominated media is pumping revenge, Turkey can still avoid this trap. Conscience and logic should not yield to this wave of hatred.

It is important to repeat that despite the general understanding of the Turkish public, the current situation is not about the PKK. The real deal here is the expanding influence of the Barzani Administration among Kurds and the prospect of an independent Kurdish state. The existence of America and England in the region also makes this an international conflict. In retrospect we can say that the biggest mistake Turkey has done in its Middle East strategy was to deny the American's support at the start of the war. This caused a separation among the allies and presented the Kurd's with an opportunity.

The new Kurdish strategy is to weaken and hopefully break the NATO alliance that Turkey is so surely anchored and moreover to put the question of an independent Kurdish state on the international agenda. Like in previous examples (Cyprus/Kosovo included not yet resolved), the presence of an international force in fire zone will initially bring de facto independence to the seeking group, which is ONLY to be followed by a full independence. This is precisely why there is a sly effort to pull Turkey into a wider conflict that involves international powers. The aim is to provoke the Turkish state strategy. The Kurds are well aware that the 'deep state' strategy of Turkey has always been to avoid their independence at all costs, so what they want to do is to go 'all in' when they have been distributed a good hand. They know that the government of Turkey and the Turkish state have different views and they know the state will stay when the government changes. So they are playing their hand to force the state to show its hand and act now when international powers are still in the area. They want martial law in Turkey, they want military to take things in hand. This will increase Barzani's influence within the Kurds of Turkey and forge a Kurdish coalition, a Kurdish front. The Peshmerga number almost 100,000 and they are well trained. They know they can hold of the Turkish Army long enough at bay to wait until the alliance collapses. Then, when the balances change and US weighs heavier on their side, they achieve their objective.

This sort of a strategy was employed before by Serbian leader Milosevic during the Kosovo crisis. In that example the process worked the other way around. Milosevic held on under NATO bombardment for 11 weeks until his whole infrastructure was destroyed only because he knew time would weaken the NATO coalition and he would have a stronger hand in the talks after the war. He got what he wanted and kept Kosovo as a part of Serbia despite loosing the war to NATO.

What the Kurds want is an independent state. In order to achieve that, they need international support and they have all the tools necessary to make the Turks look bad, victimize themselves and bolster international support for their cause. The recent government organized protests against Turkey in Northern Iraq is a clear indication of this strategy. It is very unlucky for Turkey that the SG of UN Ban Ki-moon has already commented on the issue. The change to an international platform is the first step of the Kurdish strategy. It could only be silly of Turkey to fall for such trap.

This is where Babacan's current visit becomes significant. When the American's need to choose sides they will have to consider a general strategy in the middle east bearing in mind Israel's safety as well. They are at cold war with the Shias and a hot one with Sunni Radicals. The only groups left are the moderate Sunni Arabs, Turks and Kurds. If America will need to choose between those, a 2-1 ratio will be important. Therefore in a Turkish-Kurdish confrontation, Arab support becomes critical. The Kurds, having realized and acted on this earlier, have already secured some deals with the Arabs of the region. The summary of their deal can be read in a letter published by the Kurdish Government website written by Abdul Rahman Al-Rashed, manager of Al-Arabiya television based in Dubai. Therefore Turkey's late efforts are critical. Even if we don’t truly believe in diplomacy, when the west is involved, we have to learn to work with it.

By this time Turkey should’ve learnt how to win at the table. We should at least try our best…

2.10.07

Yeni Alman Göç Yasası Çifte Standartı Yasallaştırıyor

(Bir ay kadar önce yazılmış, kimsenin yayınlamak istemediği bir yazım...)

Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı krizleri ve 22 Temmuz seçimleriyle geçirdiği Nisan-Ağustos ayları arasında, Türkiye’nin dünyadaki en büyük diyasporası, Almanya’da yaşayan 3 milyona yakın Türkiye kökenli insanımız, siyasal alanda çok büyük bir darbe aldı. Haziran ayında Alman Federal Meclisi Bundestag’ta kabul edilen, Ağustos ayında da Cumhurbaşkanı Horst Köhler tarafından onaylanan göç yasasındaki yeni değişiklikler sayesinde, 1961’deki işçi alım anlaşmasıyla başlayan Almanya’ya Türk göçü fiilen durma noktasına gelecektir ki yasanın amacı da zaten budur. Frankfurt havaalanına ve Almanya’daki bir Amerikan üssüne bombalı saldırı planladıkları gerekçesiyle gözaltına alınan zanlılardan birinin Türk vatandaşı olması da, maalesef, çifte standartlı bu yeni göç yasasına karşı verilen tepkileri iyice susturmak için kullanılacaktır. Bugün için tek umut, Türkiye ve Arap ülkelerinden gelenlere özel bir ayrımcılığı içeren bu yasanın Alman Anayasa Mahkemesi tarafından eşitlik ilkesine aykırı bulunarak iptal edilmesi, veya Türkiye’nin ve Almanya’daki göçmen kökenlilerin baskısıyla yasanın değiştirilmesidir.

Göç yasasında yapılan değişiklik, kısaca, Almanya’da oturan bir kimsenin Türkiye’den (veya Arap ülkelerinden) birisiyle evlenmesi durumunda, eşini Almanya’ya getirebilmesini, eşinin temel seviyede Almancaya hakim olması şartına bağlıyor. Peki bu değişiklik neden bu kadar önemli? Birincisi, Almanya’nın göç tarihiyle çok yakından ilgili. Almanya aslında Türkiye’den işçi alımına 1973 yılında dünya petrol krizini bahane ederek son verdi. Peki o zaman biz nasıl oluyor da bu tarihten sonraki 34 yılda da Almanya’ya Türk göçünden bahsedebiliyoruz? İşte bu sorunun cevabı aslında bugün tartıştığımız göç yasasındaki yeni değişikliklerin neden bu kadar önemli olduğunu da ortaya koyuyor.

1973’te Alman hükümeti, Türkiye’den işçi göçünü durdurduğunda, ülkedeki Türk nüfusunun da aşağı yukarı o gün için Almanya’da ikamet edenlerden ibaret olacağını, ve hatta bunların çoğunun Türkiye’ye kesin dönüş yapacağı varsayıldığından, Türkiye kökenli nüfusun azalacağı beklentisi içine girdi. Oysa durum bunun tam tersi oldu: 1973’teki işçi alımının durdurulması kararından sonra ve bu kararın beklenmedik bir sonucu olarak Türkiye kökenli işçiler Türkiye’deki eşlerini ve çocuklarını da yasadaki “aile birleşimi” hükmüne dayanarak Almanya’ya getirdiler. Böylece Türkiye kökenli işçilerin Almanya’daki varlığı aileleriyle tamamlanarak kalıcı bir hal aldığı gibi aynı zamanda sayıları da katlandı. Bu gelişmeyle birlikte göç hikayesinin kalıcı bir teması daha ortaya çıktı: Türkiye kökenlilerin evlenme yaşı gelince eşlerini Türkiye’den seçip onları da Almanya’ya getirmeleri konusu. Bu konu Türk sinemasında 1970’lerin “Almanya Acı Vatan” filminden 2000’lerin “Duvara Karşı” filmine kadar Almanya’daki Türklere dair hemen her filmde sıklıkla işlenen bir konudur. Türkiye’den bir kimseyle evlenerek eşini Almanya’ya getirmek, Türkiye’den Almanya’ya göçün günümüzde halen devam eden ve sayıca önemli bir seviyede seyreden tek boyutuydu. Alman hükümeti yeni yasayla göçün devam etmesini sağlayan bu son kapıyı da kapamayı hedeflemiş ve bugün itibariyle bu hedefine de ulaşmış gözükmektedir.

Bu konunun Türkiye için önemini anlatmak için bazı gerçekleri hatırlamak yeter: Almanya’daki Türkiye kökenli nüfus tek başına dünyanın diğer tüm ülkelerindeki Türkiye kökenli nüfusun toplamından daha büyüktür. İkincisi, Federal Almanya 1960’lardan günümüze Türkiye’nin Ortak Pazar ve sonrasında AB ülkeleriyle ilişkilerinde, bu topluluklara biraz geç ve ancak kısmen dahil olan İngiltere’yi saymazsak, Türkiye’nin kabul görmesinde ve entegre edilmesinde lokomotif görevi görmüş olan ülkedir. Gerhard Schröder’in şanşölyeliğinde Sosyal Demokrat-Yeşiller koalisyon hükümeti yönetimde Almanya’nın büyük desteği olmasıydı belki de Türkiye AB müzakerelerine başlayamaz, ve hatta AB adaylığına bile kabul edilmezdi. Türkiye karşıtı bir Fransa ve Türkiye yanlısı bir İngiltere arasında, AB’nin en büyük ülkesi Almanya’nın ağırlığını hangi tarafa koyacağını Türkiye’nin AB serüveninde belirleyici öneme sahiptir. Dolayısıyla Almanya’daki Türkiye kökenli insanlar ve onlara karşı Alman devletinin ve medyasının takındığı tavır, Türkiye’nin AB perspektifi açısından da büyük önem taşır.

Bu dış politik önemin ötesinde şüphesiz bu 3 milyona yaklaşan ve Almanya’da ikamet eden insanlarımızın halen büyük çoğunluğunun, kısmen Alman hükümetinin engelleyici ve dışlayıcı tavrı nedeniyle, Türk vatandaşı olmalarından dolayı Türkiye Cumhuriyetinin doğrudan sorumluluğu olduğunu belirtmekte yarar var. Türkiye’nin Almanya’daki Türkler adına sorunlara müdahil olması ve Alman hükümetini gerekirse uyarması ve kınaması, mevzu bahis olan grubun kahir ekseriyetinin halen Türk vatandaşı olması sebebiyle Almanya’nın içişlerine karışmak değil, o ülkedeki Türk vatandaşlarının temel insan haklarını korumak olarak görülmelidir. Bu da, üç hatta dört kuşaktır Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli insanlara vatandaşlık hakkını vermemekte direnen Almanya’nın kısmen hakettiği bir tepkidir.

Bundan önce göç, göçmen hakları, ve vatandaşlık konularında çıkarılan birçok yasa gibi, son aylarda çıkarılan bu yasa da esas itibariyle Türkiye kökenlileri hedef alan ayrımcı bir yasadır. Bir yasanın yalnızca Türkiye ve Arap ülkelerinden gelen eşlere uygulanması hiçbir forumda insan hakları bakış açısından savunulamaz. Üstelik Alman hükümeti tarihsel olarak Türkiye’den Almanya’ya göçün en çok yaşandığı Orta ve Doğu Anadolu bölgelerimizde müstakbel gelin ve damat adaylarının temel seviyede de olsa Alman devletini tatmin edecek derecede Almanca öğrenebilecekleri olanakların olmadığını çok iyi bilmekte, ve dolayısıyla bu yasanın Türkiye’den her yıl onbinleri bulan evlilik yoluyla göçü bıçak gibi keseceğini ummaktadır, ve hakikaten bu amaca ulaşacak gibi gözükmektedir. Yeni hükümetimizin, cumhurbaşkanımızın, medya ve sivil toplum kuruluşlarımızın bu konuda Alman hükümeti nezdinde gerekli tepkiyi vereceklerini ve nihayetinde bu yasanın Alman Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edileceğini, eğer o da olmazsa yeni bir yasayla geçersiz kılınacağını ummaktan başka şimdilik bir çare yok.

Almanya, Alman milleti sadece bir tek etnik gruptan, Alman etnisitesinden, ibaret olarak tanımlamaktan vazgeçmeli ve göçmen kökenlilerin temel insan haklarını ve vatandaşlık haklarını teminat altına almalıdır.

Beytüşşebap katliamından cıkarilması gereken dersler


Bugun canım cok sıkkın.

Turkiye cumartesi gunu yillardir yasadigi en kotu katliamlardan birine tanik oldu. 7 Korucu ve 5 sivil yaklasik 400 merminin hedefi oldu. Derbide kadro disi kalan futbolcular bu 12 can kadar onemli olsa gerek, olay olmasi gerektigi boyutta buyumedi. Biraz once hurriyet ve milliyet sayfalarindan eskimis bir magazin haberi gibi kaldirilmisti bu haber. Yerine genelkurmay aciklamalari vardi. Uluslararasi basinin cogu yazmadi. BBC, 'Kurd Attack' basligini apostrof arasina alip saldirinin failinin belli olmadigini bile ima etti. Canimizin, cigerimizin yandigi boyle konularda acimizi anlatmakta ne kadar basariz oldugumuz, hakliyken hakliligimizi nasil anlatamadigimiz bir kere daha meydana cikti. Turklerde eksik oldugu soylenen halkla iliskiler geni yine yapacagini yapti. PKK'nin dis destegini kesmek icin yapilmasi gereken en onemli sey bu hainliklerin anlatilmasi olmasina ragmen bu kadar kritik bir donemde yine acimizi icimize gomduk. Peki bu hastalik acaba dogustan kaderin bir cilvesi mi yoksa tedavisi mumkun bir nevi kanser mi?

Isin birde 'kendi halkimizla iliskiler' boyutu var. Her zaman oldugu gibi 'bolucu teror orgutunun' amacsiz, plansiz adeta rastgele bir eylem yaptigi varsayimi hakim Turk medyasinda. Nedense simdiye kadar hic eylemlerin politik mesajlarini, zamanlamalarini tartismadik. Ankara'daki bomba Leyla Zana davasinin ertesinde gelmisti. Ateskesin durmasi, iki sene once dosenen mayinlarin patlamasi kuzey irak harekati tartisildiginda, secim oncesi baski arttiginda bizi Irak'a saldirmaya zorlamak icindi. Hafta sonu gelen saldiri son gunlerdeki askeri operasyonlara ve yeni imzalanan anlasmaya yonelik. Bunlari biliyoruz ama sureci tartismiyoruz.

Saniyorum ki bu goz ardi etme egilimi psikolojik harbin bir ayagi. Yani asker ve medya arasinda bu konudaki mutabakatin sonucu. Asker teror eylemlerinin amacinin missilleme veya mesaj verme oldugunun farkinda. PKK ve TSK arasinda gayet anlasilir bir dil bu ama Asker bu dilin halka desifre edilmesini istemiyor. Eger teror eylemlerinin mesajlari tartisilirsa eylem amacina ulasmis sayilacagindan eylemleri basarisiz kilmak adina onemli bir psikolojik yontem bu goz ardi etmeler. Halkin korkuya kapilmasinin, terorize edilmesinin onune gecilmeye calisiliyor. Belli ki iyi niyetli, kararlilik gosterilen bir strateji bu.

Bence bu yontemin gecerliligini tartismaliyiz. Cunku olayin askeri boyutla sinirli olmadigi, dolayisiyla askeri bir cozumu olmadigi acik ve sadece askerin anladigi halkin anlamadigi bir diyalog surdukce cozum surecine halk katilamaz. Halk sandik basina bu sorunlara cozum bulacak liderler atamaya gidiyor ama halkin sorunlardan haberi yok. Orada vahset dili konustukca halka TSK gozleminde bir tercume sunuluyor. Futbol maci sonrasi gibi, teknik direktor bir cumle konusuyor ama tercuman onceden hazirladigi yorumlari dokturuyor.

Peki butun bunlar askerin ve burokrasinin halkina guvenmeme egiliminin bir parcasi olarak gorulebilir mi? Yani halkin degil devletin bir sorunu, dolayisiyla secilmislerin degil atanmislarin cozebilecegi bir durum olarak mi degerlendiriliyor Kurt sorunu? Bence dusunulmeli. Nasil bazi konulari ekonomik siniflar mucadelesi acisindan degerlendirmek gerekirse bazi sorunlari da sivil-asker iliskileri bakimindan degerlendirmek gerekebilir. Ama netekim bizde ikiside suctur. Simdi ben bu yaziyi yazdim. Rast gelip bir cilgin ulusalci facebook dostum bunu bir savciya okutsa ben ceza yermiyim? Facebook kapanabilir mi? Valla olur olur.

Neyse onu gecelim, cesareti toplayip sormaya devam edelim. Bana oyle geliyor ki, iceriyi etkiledigimiz oranda disariyi etkilemekte basarisiz oluyoruz. Acaba ikisinin bir baglantisi olabilir mi? Turk milletinin yildirici teror karsisinda dirayetinin sarsilmaz oldugunu gostermek ve bunu garantiye almak icin caba sarfediyor asker ama bunu yaparken bati dogudan habersiz kaliyor, dogu batidan. Ayni dil konusulmuyor. Aradaki tercume yamuk. Yabancilar bu ise baktiklarinda bize oranla daha dogru tercume ediyorlar. ne yazik ki bizim ulkemizin batisini ve dogusunu, bizim birbirimizi anladigimizdan daha net anliyorlar.

Bugun bir Hurriyet okuyucusu yorum yapmis. 'Birisi bana Kurtlerin sorunlarinin ne oldugunu soyleyebilir mi?'. Tavsiyem yurt disina ciksin. Yada Diyarbakir'a gitsin gozunun tutmadigi her adamla konussun. Cunku sorunun en anlasilmadigi yer bati Turkiye! Asker olayi sadece askeri boyuta indirgeyip kendi sorumluluguna almaya karar vermis. Halkin rolu, sarsilmamak. Sarsilmadan askere destek olmak. Halkin sorundan haberdar edilmesi, surece aktif olarak katilmasi onun rolleri arasinda degil. Iste asil sorun burada.

Hele ki halka bu isin tercumesini yapmaya calisin. Hele bir halkin meclisine bunlari konusmaya calisin. Kim veriyor size cevabi? Buyukanit Pasa.

Genelkurmay bugun aciklama yapip DTP'nin kapanmasini istedigini ima etmis. Daha meclis bugun acildi...

Goruyorsunuz degil mi ne demek istedigimi?

12 Cani Turk askeri katletmedi. Katiller amaclari veya motivasyonlari ne olursa olsun daga ciktiklari gun haksiz duruma dustuler. Evet tabi ki suc askerin degil.

Ama sorunun cozulemesinin onunde askerin mantalitesi, daha dogrusu 12 Eylul Turkiye'sinin dinamikleri birer engel olarak duruyor.

Bu sorunun cozulecegi yer halkin meclisidir. Bir cok konuda yaptigimiz gibi kendimizi kandirmayalim artik, acikca konusalim. Eline silah alanlar ne demek istedi? Bu halk sanildigi kadar aptal degil, gercekler soylendiginde korkup sinecek diye birsey yok. Eger soruna cozum ariyorsak olaylari tum ciplakligiyla tartismali ve dusuncelerin objektif sekillenebilecegi, doyasiyla diyalogun kolaylasacagi ortami saglamamiz gerekir. Eger hakliysak acik konusmaktan cekinmek niye?


Benzer bir yontem de 'Devlet eskiyayla masaya oturmaz' yontemi. Yani ne olursa olsun hic bir konuda PKK'yla pazarlik yapilamayacagi, bir taraf olarak kabul edilip gorusulemeyecegi. Bu yontemin uzantisi olarak PKK'nin ateskes ilanlari tek tarafli birakilir, gorusme talepleri, basin aciklamalari gormezdne gelinir. Bu yontemin dogrulugunu ve mantigini daha once hic bir siyasi (DTP disinda) sorgulamamistir. En azindan sorgulasa bile bunu acik acik yapmaya cesaret edememistir.

Belki bu yontemi de tartismaliyiz.

Cunku bunlari tartismazsak o zaman sorunun nesini tartisiyoruz anlamiyorum.

Offf, neyse. Bir sarkiyla bitiriyim.

Bugun canin cok sikkin
hersey sana zor geliyor
olabilir.
Bugun 12 kisinin cenazesi kaldirilmis
Uluslararasi basin yazmamis
olabilir.
Sanki sen yeniden o bildigin
kaosun icindesin
kimbilir

Günlerin getirdiği
Senin yitirdiklerin
Sanki hiç umut yok
Çok yorgunsun

Ne olursa olsun
Yaşamaya mecbursun
Ne olursa olsun
Yaşamaya mecbursun

27.9.07

Dindarlar hızla azalıyor.

Herkesin bas bas İslamişildiğini söylediği dönemde de, yine benzer bir araştırmayı kaynak göstererek, Türkiye'de dindarlığın artmadığını, tersine, benim kişisel gözlemim ve bu konuda yapılan araştırmalara bakılarak dindarlığın, düzenli ibadet edenlerin, vs. azaldığını, bunun sebebinin de genç kuşakların eskiye oranla çok daha az dindar ve ibadete uzak olduğunu yazmıştım. Hatta 'din elden gidiyor mu?' gibisinden bi başlıkla hem burada hem de kendi blogumda çoook önce yayınladım. İşte Mehmet Ali Birand'ın 32. Gün programında açıklanan, ama benim Radikal'den alıntıladığım, yeni bir araştırmanın sonuçları: Türkiye'de oruç tutanlar da hergün namaz kılanlar da azınlıktır ve gittikçe küçülen bir azınlıktır. Şimdi CHP'sinden AKP'sine, İP'inden Saadet Partisine, dinle ilgili isteyerek veya istemeyerek görüş bildiren ve polmiğe giren herkes kendini bu araştırmalarda ortaya konan 'objektif realite'ye göre ayarlasın. İrtica geliyor diye korkuya paranoyaya kapılan ve laikliği tehlikede görenler de, bu korkulardan ve gürültüden ülkenin gerçekten İslamileştiğini düşünüp umutlanan İslamcı kesim de, korkularının ve umutlarının her araştırmada tekrar tekrar ortaya çıkan bu toplumsal gerçeklerle ve uzun vadeli trendlerle uyuşmadığını görüp kabuslarından/rüyalarından uyanmalı artık. Türkiye azımsanamayacak kadar büyük ama günden güne küçülen ve münhasıran yaşlı insanlardan oluşan dindar bir azınlığı olan bir ülke.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=234171


STANBUL - Mehmet Ali Birand ve Rıdvan Akar'ın hazırladığı 32. Gün programı ve A&G şirketinin ortak bir araştırması, 'türban sorununun' fotoğrafını çekti. Araştırmaya göre, Türkiye'de başı kapalı kadın sayısında son üç buçuk yılda yüzde 2.9'luk azalma var, namaz kılanların oranı da düştü.
Araştırma, 21-23 Eylül 2007 tarihlerinde yedi bölgede, 38 il ve 128 ilçede 18 yaş ve üstü seçmen nüfusunu temsil eden 924'ü kadın toplam 1863 denekle yüz yüze gerçekleştirildi. Adana, Adıyaman, Ankara, Antalya, Aydın, Balıkesir, Bursa, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Edirne, Elazığ, Erzurum, Eskişehir, Gaziantep, Giresun, Hatay, İçel, İstanbul, İzmir, Karabük, Kastamonu, Kayseri, Kırklareli, Kocaeli, Konya, Malatya, Manisa, Kahramanmaraş, Nevşehir, Osmaniye, Rize, Sakarya, Samsun, Sivas, Trabzon, Uşak ve Van'da yapılan araştırmada birçok ilginç sonuca ulaşıldı.
  • Türkiye'de her 100 kadından 61'i başını kapatıyor. Ancak araştırmaya göre 2003'ten bugüne kadar başını kapatanların oranı yüzde 2.9 azaldı.
  • Araştırmaya katılanların yüzde 73.7'si 'üniversitelerde türban yasağının aldırılmasını' istedi. Türbanın siyasi bir simge olduğunu düşünenlerin oranı sadece yüzde 19. Yüzde 70'i türbana 'siyasi simge' demiyor.
  • Araştırmaya katılanların yüzde 70.5'i Cumhurbaşkanı'nın eşinin türbanlı olmasını sorun olarak görmüyor.
  • 2003'ten beri düzenli namaz kılanların sayısında yüzde 2.8'lik azalma var.
  • Ankete katılanların yüzde 50.5'i Anayasa'nın değişmesi gerektiği yönünde fikir bildirirken, yeni Anayasa'da türbana özgürlük isteyenlerin oranı yüzde 62.

    Gençlerde kapanma az
    Kadınların yaşı yükseldikçe başını kapatanların da oranı yükseliyor.

  • Haberin geri kalanını Radikal gazetesinin websitesinde okuyabilir, araştırmanın tam sonuçlarını da internette bulabilirsiniz.

    26.9.07

    1. ve 2. Cumhuriyetçi, Ulusalcı ve İslamcıların ilk 11'i belli olmuş :)

    Ben söylemeye kalmadan bir değil dört takımın ilk 11'i belli olmuş bile! 1. ve 2. Cumhuriyetçiler, Ulusalcılar, ve İslamcılar! Kendisi de İslamcı takımın ilk 11'ine dahil edilen İbrahim Karagül'ün bugünkü yazısı güzel yaklaşmış konuya, 'hadi biz oynayalım da oynatan kim, hakem kim, düdüğü kim çalıyor?' diye sormuş.

    http://www.yenisafak.com.tr/yazarlar/?t=27.09.2007&y=IbrahimKaragul

    Önce İkinci cumhuriyetçiler takımı kurulmuş. Cengiz Çandar, Mehmet Barlas, Hasan Cemal, Murat Belge, Etyen Mahçupyan, Orhan Pamuk, Mehmet Altan, Eser Karakaş, Şahin Alpay, M. Ali Birand ve Ali Bayramoğlu… Şimdilik bu isimlerden kimse konuyla ilgili bir şey söylemek istemiyor. Ama karşı da çıkmıyor. Kadro zımnen onaylanmış gibi.

    Ama bu takımdan önce Birinci Cumhuriyetçiler takımı var. Başta devlet iktidarı, bilumum iktidar aygıtlarının, gücü esas alanların takımı. Kimler var? Kalede Mine Kırıkkanat. Savunmada; Mümtaz Soysal, Mehmet Yılmaz ve Bekir Coşkun. Ortada; Ertuğrul Öztürk, Reha Muhtar, Emin Çolaşan, Necati Doğru ve Ruhat Mengi. İleride; Oktay Ekşi, Özdemir İnce ve Yılmaz Özdil. Teknik adam Süleyman Demirel oluyormuş. Diğerlerini sıralamaya yer yok.

    Cafesiyaset'ten okuduğum kadarıyla iki takım daha kurulmuş. Ulusalcılar takımı ve İslamcılar takımı. Ulusalcıların ilk on birinde İlhan Selçuk, Rahmi Turan, Mustafa Balbay, (yine) Özdemir İnce, (yine) Emin Çölaşan, Nihat Genç, Onur Öymen, Altemur Kılıç, Mehmet Ali Kışlalı ve Ümit Zileli var.

    Bu kadar değil. Bir de İslamcı takım kurulmuş. İslamcıların ilk on biri de şöyle: Kalede Abdurrahman Dilipak. Savunmada; Mustafa Kaplan, M. Şevket Eygi, Ali Bulaç, Ali Karahasanoğlu. Orta alanda Mustafa Özcan, İbrahim Karagül, Sami Hocaoğlu, Hasan Karakaya… İleride ise Fehmi Koru ve Ahmet Taşgetiren olacakmış.

    Ben futboldan hiç anlamam ama bana verilen görevi merak ettim. Bu işlerden iyi anlayan arkadaşım İbrahim Güven'e sordum. On numara verilmiş bana.. Yani oyun kurucuymuşum! Ayrıca Hagi'nin yerini kapmışım. O kadar övdü ama yine de teselli olmadığımı söylemek durumundayım…

    Merak ettiklerim. Kim şampiyon olacak? Asıl yarış Birinci ve İkinci Cumhuriyetçiler takımları arasında olacak galiba. Zaten mahalle kavgasını, Malezya salgınını başlatan onlar değil mi. Güç, iktidar, statü kavgası ve yeni Türkiye!

    Dikkatimden kaçan bir şey var. Önemli yazarlar, isimler var, dört takımda olmayan. Popüler yazıları yazıyorlar, sürekli gündemdeler, bazıları medya yöneticisi. Ama garip ki, listelerin hiç birinde yoklar. Mesela Ahmet Hakan, Mustafa Karaalioğlu, Ahmet Kekeç yok hiçbirinde. Belki de en kârlısı onlar! Acaba oyun böyle mi kuruldu. Dört takım birbirini yesin onlar ayakta kalsın diye mi!

    Peki oyun kurucu kim? Hakem kim? Mahalleler arasında böyle bir turnuva düzenleyen kim? Turnuvayı kim yönetecek? Amerika mı? Avrupa Birliği mi? Türk Silahlı Kuvvetleri mi?

    Düdük kimin elinde? Şaibeler, şikeler, darbeler, maçın ertelenmesi vs.

    Hadi biz oynayalım da, bizi oynatanlar kim?