11.10.05

Acı Kaybımız: Attila İlhan'ın Vefatı Üzerine

Gecenin bir buçuğunda bu acı haberi uyumadan önce son bir kez baktığım internetteki gazetelerden öğrendim. Söylenecek çok şey var hakkında. Siyasi görüşüne katılan veya katılmayan herkes sanırım onun Türkiye'nin sanat, edebiyat, ve en nihayetinde siyaset alanındaki tartışılmaz etkisi olduğunu kabul edecektir. 1940'lardan beri 60 yıldır Türkiye'nin siyasi ve kültürel haritasına damgasını vurdu Attila İlhan. Çok şükür lise son sınıftayken ve Chicago arasında Türkiye'yi ziyaretlerimden ikisinde kendisiyle birebir görüşme imkanım ve birkaç da telefon görüşmemiz oldu. Fikirlerinin geçen birkaç yıl içerisinde bu kadar yaygınlaşacağını ve siyasetin gittikçe genişleyen bir kutbunu -ulusalcılık, Kuvayı milliye, AB karşıtlığı, vs.- bu kadar etkisi altına alacağını o zamanlar bilemezdim ama biraz olsun tahmin ediyordum şüphesiz. Türkiye'de aydın çevrelerinin büyük bir kısmında yaşamının son anına dek Türkiye'nin en büyük aydını olarak tanındı ve sayıldı Attila İlhan. Sosyalizminin katı devletçi yorumunu Sovyetler çökmeden onyıllar önce eleştirdi. Maoculuktan solcu darbeciliğe kadar ilerci olduğunu iddia eden her türlü anti-demokratik eğilime eleştirel yaklaştı ve mesafeli durdu. 1940'ların ve 1950'lerin aşırı baskıcı, otoriter faşizan anti-demokratik atmosferinde kaydolduğu Türkiye Sosyalist Partisi dışında hiçbir siyasi partinin üyesi ve fanatiği olmadı (fakat Türkiye İşçi Partisi'ne Mehmet Ali Aybar döneminde taraftar ve destek oldu). Nazım Hikmet'in gayri-resmi varisi ve selefinin Attila İlhan olduğunu söylemek hiç de abartı olmaz. Attila İlhan'ın 1970'lerden beri Sultan Galiyef ve Sovyet Devriminin erken dönemi üzerinden geliştirdiği sosyalizme açık, Kemalist anti-emperyalizm (Avrasyacılık) kesinlikle 20.yüzyıl Türkiye fikir tarihinin en orjinal akımlarından biri sayılmalı. Bu konu hakkında ben de Avrasyacıların fikirlerini -Attila İlhan'ın siyasal içerikli kitaplarını merkeze alarak- kendi çapımda naçizane bir makaleyi ingilizce olarak -rusça özetiyle beraber- Ab Imperio adlı derginin 2004 yılı son sayısında yayınlamıştım. Bildiğim kadarıyla İngilizce olarak Türkiye'deki Avrasyacılık üzerine yazılmış ilk araştırma makalesi ama inşallah bu konuda yapılan araştırmalar, konunun önemi göz önüne alınırsa, artarak devam edecek. Attila İlhan'ın TRT 2'deki Cumartesi gecesi sohbetleri (saat 9:00'da yayınlanıyordu yanılmıyorsam) yüzbinlerce (ve yıllar içinde milyonlarca) insana hitap etmesini sağladı ve aydın sorumluluğunun, entelektüelin halka ve halkın sorunlarına karşı bizzat halka yüzyüze bir tartışma, karşılıklı aydınlanma işlevi olduğunu gösterdi. Toplumsal sorumluluğu sanatçı kimliğiyle birleştirme noktasında Attila İlhan siyasal kültür dünyamızın zirvesini oluşturur. Türkiye'de olsam koşa koşa cenazesine gider, onu son yolculuğuna uğurlamak için sıraya girerdim. Başımız sağolsun, Allah rahmet eylesin, ve mekanı cennet olsun!

8.10.05

Washington Times ve ABD'nin değişen dış siyaseti.

Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerinde eleştirel bir tutum takınması ve ABD'yle Irak konusunda bir türlü uzlaşamaması ve en önemlisi İslamcı-kökenli bir partiyi demokratik koşullar altında ve başarıyla iktidarda tutması uzun süreden beri ABD'deki yeni muhafazakarların özellikle de Musevi kanadını rahatsız ediyordu. Middle East Quarterly'de geçen yıl yayınlanan Yeşil Sermaye Türkiye'yi ihya ediyor adlı makale ve aynı haftalarda belli başlı gazetelerde çıkan Türkiye karşıtı yazılarla bu kesim Türkiye karşıtlığına yöneldiğinin mesajını vermişti. 27 Eylül'de Washington Times'da çıkan Türkiye karşıtı yazı da bu tahminleri doğruluyor. Türkiye'nin ABD'yle 50 yıllık müttefik ilişkisi (Nato'ya giriş*Kore Savaşı 1953-2003 Tezkerenin reddi) sona ereli 2 yıl oldu, şimdilerde ancak uzatmalar oynanıyor. Bu demek değil ki Türkiye-ABD arasında ilişki tam bir düşmanlık şeklinde gelişecek, hayır, kesinlikle hayır. Ama eskiden Fransa, Almanya gibi Avrupa ülkelerinin sık sık tekrarlanan eleştirilerine karşı Türkiye'ye neredeyse her zaman koruyan ve arka çıkan ABD'nin yerini artık 1980'lerin Fransa'sı gibi Türkiye'yi sık sık eleştiren ama ekonomik ve siyasi ilişkilerini de büsbütün koparmayan bir yarım-müttefiklik, koşullu ortaklık alacak, hatta aldı bile. Ama ABD'ye güvenemezsek, dış politikada artık kime güveneceğiz? Daha doğrusu, ABD'nin kaybolan desteğini hangi ülke veya ülkeler grubuyla ikame edeceğiz? Yoksa artık dış politikamızda en güvenilir müttefik diyebileceğimiz bir ülke veya ülkeler grubu olmayacak mı? Asıl büyük sorular işte bunlar. Aşağıda Washington Times'daki yazının İngilizce aslını göreceksiniz.

'No' to Islamist TurkeyBy Frank J. Gaffney Jr.September 27, 2005On Oct. 3, representatives of the European Union and the Turkish government of Islamist Recep Erdogan will meet to determine if Muslim Turkey will be allowed to seek full membership in the EU. It will be best for Turkey, to say nothing of Europe and the West more generally, if the EU answer under present circumstances is: "Thanks, but no thanks." The reason Europe should politely, but firmly, reject Turkey's bid should be clear: Prime Minister Erdogan is systematically turning his country from a Muslim secular democracy into an Islamofascist state governed by an ideology anathema to European values and freedoms. Evidence of such an ominous transformation is not hard to find. • Turkey is awash with billions of dollars in what is known as "green money," apparently emanating from funds Saudi Arabia and other Persian Gulf states withdrew from the United States after September 11, 2001. U.S. policymakers are concerned this unaccountable cash is laundered in Turkey, then used to finance businesses and generate new revenue streams for Islamofascist terrorism. At the very least, everything else on Mr. Erdogan's Islamist agenda is lubricated by these resources. • Turkey's traditionally secular educational system is being steadily supplanted by madrassa-style "imam hatip" schools and other institutions where students are taught only the Koran and its interpretation according to the Islamofascists. The prime minister is himself an imam hatip school graduate and has championed lowering the age at which children can be subjected to their form of radical religious indoctrination from 12 years old to 4. And in 2005, experts expect 1,215,000 Turkish students to graduate from such schools. • Products of such an education are ill-equipped to do much besides carrying out the Islamist program of Mr. Erdogan's AKP Party. Tens of thousands are being given government jobs: Experienced, secular bureaucrats are replaced with ideologically reliable theo-apparatchiks; 4,000 others pack secular courts, transforming them into instruments of Shari'a religious law. • As elsewhere, religious intolerance is a hallmark of Mr. Erdogan's creeping Islamofascist putsch in Turkey. Roughly a third of the Turkish population is a minority known as Alevis. They observe a strain of Islam that retains some of the traditions of Turkey's ancient religions. Islamist Sunnis like Mr. Erdogan and his Saudi Wahhabi sponsors regard the Alevis as "apostates" and "hypocrites" and subject them to increasing discrimination and intimidation. Other minorities, notably Turkey's Jews, know they are likely next in line for such treatment -- a far cry from the tolerance of the Ottoman era. • In the name of internationally mandated "reform" of Turkey's banking system, the government is seizing assets and operations of banks run by businessmen associated with the political opposition. It has gone so far as to defy successive rulings by Turkey's supreme court disallowing one such expropriation. The AKP-dominated parliament has enacted legislation that allows even distant relatives of the owners to be prosecuted for alleged wrongdoing. Among the beneficiaries of such shakedowns have been so-called "Islamic banks" tied to Saudi Arabia, some of whose senior officers now hold top jobs in the Erdogan government. • Grabbing assets -- or threatening to do so -- has allowed the government effectively to take control of the Turkish media, as well. Consolidation of the industry in hands friendly to (or at least cowed by) the Islamists and self-censorship of reporters, lest they depart from the party line, have essentially denied prominent outlets to any contrary views. The risks of deviating is clear from the recently announced prosecution of Turkey's most acclaimed novelist, Orhan Parmuk, for "denigrating Turks and Turkey" by affirming in a Swiss publication allegations of past Turkish genocidal attacks on Kurds and Armenians. • Among the consequences of Mr. Erdogan's domination of the press has been an inflaming of Turkish public opinion against President Bush in particular and the United States more generally. Today, a novel describing a war between America and Turkey leading to the nuclear destruction of Washington is a runaway best-seller, even in the Turkish military. • This data point perhaps indicates the Islamists' progress toward also transforming the traditional guarantors of Mustafa Kemal Ataturk's legacy of a secular, pro-Western Muslim state: Turkey's armed forces. Matters have been worsened by Mr. Erdogan's skillful manipulation of popular interest in the European bid to keep the military from serving as a control rod in Turkish politics. At the very least, over time, the cumulative effect of having the conscript-based Turkish army obliged to fill its ranks with products of an increasingly Islamist-dominated educational system cannot be positive for either the Europeans or the Free World beyond. Especially as Mr. Erdogan seeks to put into effect what has been dubbed a "zero-problem" policy toward neighboring Iran and Syria, the military's historical check on the gravitational pull toward Islamofascism is likely to recede. Consequently, the EU's representatives should not only put on ice any invitation to Turkey to join the European Union next week. They should make it clear the reason is Mr. Erdogan's Islamist takeover: The prime minister is making Turkey ineligible for membership on the grounds that the AKP program will inevitably ruin his nation's economy, radicalize its society and eliminate Ankara's ability to play Turkey's past, constructive role in the geographic "cockpit of history." It is to be hoped this meeting will serve one other purpose, as well: It should compel the Europeans to begin to address their own burgeoning problem with Islamofascism. Both Europe, Turkey and, for that matter, the rest of the world, need to find ways to empower moderate Muslims who oppose Islamists like Turkey's Erdogan. Oct. 3 would be a good time to start. Frank J. Gaffney Jr. is president of the Center for Security Policy and a columnist for The Washington Times.

Engin Ardıç'ın 27 Eylül tarihli yazısı İnönü dönemine ışık tutuyor

Söylenenlerin tamamına katılmasam da Engin Ardıç'ın bugün Akşam'da yayınlanan yazısı İnönü yönetimi altındaki 1940'lar Türkiye'sine ışık tutuyor. Genel ve yanlış inanışın aksine, İnönü hükümetinin ve özellikle Recep Peker'in açıkça Nazi Almanya'sının tarafının tuttuğunu, planlarını Almanya'nın yanında savaşa girileceğini düşünerek yaptığını gösteriyor. Dahası, başka pek çok alanda olduğu gibi dış politika ve iç politika (Türk kimliği) konusunda İnönü'nün Atatürk'ten ne kadar farklı -ve yanlış- düşündüğünü bir kez daha ortaya koyuyor. İsmet İnönü dönemini eleştirmeden ve o dönemin uygulamalarına ve yönetimine karşı çıkmayan kimse kendisini demokrat ya da ilerici sayamaz, saymamalı, ister sağcı olsun ister solcu... İnönü'nün iç politikamızda (siyasi, kültürel, ekonomik, vs.) yarattığı tahribatı hala onarmak mümkün olmadı.Engin Ardıç'ın yazısı:Koskoca Atatürk slogan atar mıymış canım? Atar. 'Ne mutlu Türk'üm diyene' sözü, bir slogandır.Atatürk, 'ne mutlu Türk olana' dememiştir, 'ne mutlu Türk doğana' dememiştir, 'ne mutlu kafatası önden arkaya bu kadar santim, sağdan sola şu kadar santim gelene' dememiştir.Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak, Türk olmak için yeterlidir. Hristiyan Türk, Yahudi Türk olabilir. Vardır.'Kendini Türk hissetmek' de Türk olmak için yeterlidir. Başka devletlerin vatandaşı olan Türkler vardır, hem de milyonlarca.Bir Japon çıkar da 'ben Türk'üm' derse, Türktür.12 Eylül öncesi Türkiye karıştığı zaman 'İsrail'e kaçmayı' düşünen bir Yahudi dostum, geri dönmüş ve kalayı basmıştı: 'Sokakta kolu açık gezene saldırıyorlar, bunlar köktendinci be! Şimdi anladım, benim vatanım Türkiye'ymiş!'Başka bir Yahudi dostum bana 'siz İstanbul'a ne zaman geldiniz' diye sormuştu... 'Vallahi, baba tarafım Üsküdarlı ama 1870'lerden öncesini bilemiyorum' dediğimde gözlerinde muzip bir pırıltı belirdi, dedi ki: 'Hah ha! Biz 1492'de geldik be!'Onları çok ittik kaktık.Çünkü, 'Türkiye'yi yabancı unsurlardan arındırmak' bir İttihat ve Terakki politikasıydı ama cumhuriyette de sürdü.Atatürk'ün reddettiği ırkçı politikayı, onun hastalığında CHP'yi ele geçirmeyi deneyen, ölümünden sonra da geçiren faşist klik yeniden ısıttı.Mübadeleyle Rum unsurundan, o çok tartışmalı kırımla da Ermeni unsurundan 'kurtulmuştuk'. Yahudi unsurunun belini de Varlık Vergisi'yle kırmayı denedik ama savaşı Almanya kazanamadı! O iş yattı.Faşist CHP yönetimi burayı Yahudi'lerden temizleyecek (Almanya'nın bizden böyle bir talebi olmadığı halde), savaş bitince de Almanya bize Kafkasya'dan pay verecekti!... Eski dostumuzla yeniden ortak olacaktık, tıpkı birinci savaşta olduğu gibi... Beklentimiz buydu.Fakat İsmet Paşa'nın tutumunu Saracoğlu ve Peker gibilerinden ayırmak gerekir. İnönü'nün temel sorunu devleti korumaktı, bunun için 'her iki tarafı da idare ediyor' ve savaşın sonunu bekliyordu. Müttefikler kazanınca çok partili döneme geçti. Almanya kazansaydı gözünü kırpmadan faşizme koşulurdu.Bazı ahmak solcuların pek övdükleri Köy Enstitüleri'nin üreteceği köy, bir 'faşist köy' modeliydi! Umulanın tam tersi çıkınca, ipleri komünistlerin eline geçmeye başlayınca boğduruldu.Önceleri hoşgördüğü Türk faşistlerinin tırnaklarını söktürmesi, Almanya'nın yenileceği iyice belli olduktan sonradır... Önceleri hoşgördüğü Türk komünistlerinin matbaalarının basılıp talan edilmesi de, Stalin'in bize karşı tavrı iyice ortaya çıkınca...Sonra, 6/7 Eylül 1955 gecesi, Lausanne Antlaşması'na göre İstanbul'da tutmak zorunda kaldığımız, başımızdan bir türlü atamadığımız Rum unsurundan bu kez korkutma ve kaçırma yöntemiyle kurtulmayı denedik. Sekiz yıl içinde bunu başardık.Bu geceyi, Rum milletvekili bile çıkarmış olan sözde demokratlar düzenlemişlerdi ha!Çünkü onların da asıl kökenleri CHP değil miydi? Bugün Ermeni, Rum, Yahudi unsurları Türkiye'de 'nesli tükenmeye yüz tutmuş kelaynak kuşları' gibi kalmışlardır.Cumhuriyette bir tek Ermeni kaymakam yoktur. Bir tek Yahudi mal müdürü yoktur. Bir tek Rum vali yoktur.Bunlara askerlik elbette yaptırılırdı ama ellerine silah verilmezdi eskiden, 'kullanmayı öğrenip de günün birinde bize doğrultmasınlar' diye! Yahudi asteğmenler de doğruca Sütlüce'ye, Levazım Okulu'na giderlerdi, 'aksatadan' iyi anlarlar ya...Bu saçmalıklar artık çok gerilerde kaldı.Bunları aştık, kuzum yeniden dönmeyelim oralara...Çünkü dönmek isteyenler var aramızda.