24.12.05

Pamuk Davasi ve Kemalistlerin Medeni Turkiyesi

Gecen gun yine televizyon da inanilmaz goruntuler vardi. Bu halimizle biz birakin AB ye girmeyi nasil insan haklarina saygili bir ulke olacagiz diye dusunduren goruntuler. Evet, Orhan Pamuk davasindan bahsediyorum.

Ben cok AB meraklisi oldugumdan veya Orhan Pamuk un sozlerine katildigimdan degil, ozellikle hukumet tarafindan inandirilmak istedigimiz insan haklarina saygili, demokratik ve medeni Turkiye nin gerceklerini gostermesi acisindan bu olayi cok carpici buldum. Muhtemelen bir avuc insanin provakasyonu sonucu olmus olan bir olay olabilir ama nedense Turkiye de bu tur olaylar siklikla ceyran etmekte ve halkimizin degisimden rahatsiz olan kesiminden destek gormekte.

Gecen sene savas alanina donen CHP kongresinden sonra da ayni seyleri yazmistim. Toplumumuz hala siddetle yogruluyor, provakasyonlara cok acik ve hosgoru yok denilecek kadar azalmis durumda. Bu sadece sozde Ermeni soykirimi gibi hassas siyasi konularda degil, yakin zamanda Dunya Kupasi elemelerinde Isvicre ile yaptigimiz karsilasmada da goruldu.
Turkiye cok hizli bir degisimden geciyor ve bircok vatandasimiz bu degisimin sancilarini cekiyor, provakasyonlara geliyor, burokrasimiz ayak diretiyor.

Bu goruntuler bir kez daha gosterdi ki degisimi hazmedemeyen cevreler ozellikle yargi sistemimizde direnise gecmis durumdalar. Hala tek parti donemi, soguk savas ve askeri darbelerin etkisinde olan yargiclarimiz, savcilarimiz ne dunyanin ne de Turkiye nin degisen kosullarina ayak uydurabilmis durumda degil. Yasalarin degistirilmesine ragmen hala cagdisi kalmis bir zihniyetle, takdir haklarini ve yorumlarini, uzulerek soyluyorum ki, fasizan,yasakci ve korkak bir sekilde kullaniyorlar. Basortusu veya baska adetlerimizin yurtdisinda ki imajimizi zedeledigini soyleyenler lutfen once Pamuk davasinin cikisindaki goruntulere baksin sonra da adalet sistemimizin icler acisi durumuna. Bu tarz olaylar sadece bizim yurdisinda ki itibarimizi zedelemekle kalmiyor, degisimi kucaklayan, bekleyen vatandaslarimizin da devlete ve yargiya olan guvenini kaybetmesine yol aciyor.


Son sozum ise bu protestoyu duzenleyenler arasinda olan ve yargimizin icinde yuva yapmis olan Kemalistlere: Ataturk un dedigi gibi "muasir medeniyetler" seviyesine gelmemiz icin giyimimizi, muzigimizi, sanatimizi degistirmek, alis-veris merkezlerimizi, kuluplerimizi modernize edip, bati adetlerini taklit etmek yerine, millet olarak once insana sonra da dusunceye saygiyi ogrenmemiz lazim.

17.12.05

Makedonya resmen AB adayi oldu.

2004 yılında üyelik başvurusunda bulunan Makedonya resmen AB adayı oldu. Nedense bu çok önemli gelişme Türkiye'de satır aralarında geçiştirildi. Oysa üyelik sürecine Türkiye'den sonra başlayan ne kadar çok ülke olursa bizim için o kadar iyi, çünkü AB'nin mevcut sınırları dışında da genişlemeye hevesli olduğunu, var olanla yetinmeyeceğini gösteriyor. Makedonya'nın üyelik müzakerelerine başlaması birkaç yılı bulur. Ufak bir ülke olduğu için üç dört senede müzakereleri bitirmesi mümkün. Böylelikle Türkiye'yle eşzamanlı olarak AB üyesi olması mümkün. Tabi Bulgaristan, Makedonya ve inşallah bir gün Bosna Hersek ve Arnavutluk gibi Balkan ülkelerinin AB'ye üyeliği çok güzel gelişmeler. Böylece bu Balkan ülkelerinin hem varlığı ve istikrarı garantiye alınmış oluyor, hem de Türkiye ile aynı ekonomik ve siyasi birliğin içine yerleşiyor bu eski Osmanlı memleketleri. Bulgaristan ve Makedonya'da oldukça ciddi Türk ve Müslüman azınlıklar olduğunu, Bosna ve Arnavutluk'ta ise en yaygın dinin İslam olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Yeni Osmanlıcılık AB içinde hayat bulabilir. Bu sözümü copyright'ı ile beraber bir kenara yazın...


http://www.hurriyet.com.tr/dunya/3667969.asp?gid=69
18 Aralık 2005
AB’den Makedonya’ya aday ülke statüsüAB devlet ve hükümet başkanlarını Brüksel’de biraraya getiren AB zirvesinde Makedonya’ya aday ülke statüsü verilmesi onaylandı. AB’ye tam üyelik başvurusunu 22 Mart 2004 tarihinde yapan 2 milyon nüfuslu Makedonya’nın talebine ilişkin görüşünü geçen ay resmen açıklayan yürütme organı Komisyon, karar organı olan AB Konseyi’ne, bu ülkeye adaylık statüsü vermesini, tam üyelik müzakerelerinin ise katılım kriterlerine uyumun yeterli bir düzeye erişmesiyle başlatılmasını tavsiye etti. AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, Makedonya’nın, yaşadığı büyük krizlerin ardından bugün istikrarlı bir demokrasi haline geldiğini, büyük çaba gösterdiğini, AB’ye uyum yolunda da büyük adımlar attığını söyledi.

10.12.05

Israil de Neler Oluyor?

Israil in Gazze Seridinden cekilme karari almasi ile baslayan ve Israil siyasetini kaynayan bir kazana donusturen politik kriz, supriz ustune suprizlerle devam ediyor. Ariel Saron'un aldigi Gaze Seridinden cekilme kararini taktiksel bir hamle olarak ve suphe ile karsilayanlar Saron un kurucularindan oldugu Likud partisinden ayrilip kalici bir baristan yana yeni bir parti kurmasi ile durumu nasil degerlendireceklerini sasirdilar.

Tabi Saron un baris yanlisi olmasina inanmak onun gecmisine bakinca cok daha zorlasiyor. Israil ordusunda ki gorevi sirasinda Filistinlilere karsi bircok operasyon da bulunan, Lubnan da ki Filistin kamplarinda katliamlar yaparak insanlik sucu isleyen, Mescid-i Aksa yi ziyaret etmesi bile ikinci bir intifadayi baslatan bir liderin niyeti konusunda supheci olmak o kadar da yadirganacak bir durum degil.

Yalniz gectigimiz hafta Nobel Baris odullu ve Israil-Filistin baris gorusmelerinin bas aktorlerinden Simon Peres in Isci Partisinden ayrildigini ve Saron un yeni kurdugu Kadim Partisini destekleyecegini aciklamasi ikinci bir sok dalgasi yaratti. Peres in Saron a verdigi bu destek bu yeni partinin kredibilitesini de arttirdi. Hem Gazze Seridinden cekilmesi hem de bu son politik manevrasi ile ozellikle Israil disinda ki yahudi toplumundan tepki goren ve adeta vatan haini ilan edilen Saron'un yurticinde ise popularitesi giderek artiyor. Son yapilan kamuoyu yoklamalarinda Kadim onde giderken, Saron'un eski partisi Likud da buyuk bir oy kaybi gozukuyor.

Temmenimiz bunun sadece iktidar da kalmak icin siyasi bir manevra olmayip Saron un Siyonist goruslerinden vazgecip samimi bir donusum gecirerek gecmisi geride birakip kendini gercekten barisa adamis olmasidir. Son yillarda Israil toplumunda kutuplasmalara yol acan olaylara ragmen Turkiye gibi Israil 'in de ilimli merkeze yonelimi, artik cok gecikmis kalici bir Israil-Filistin barisi acisindan gercekten umut verici ama tabi ki herseyi zaman gosterecek.

7.12.05

A Tough Challenge for Globalization


A Discussion of Turkey’s EU Membership


Today we are witnessing the unfolding of a new history; a history that can be recorded in unprecedented detail due to our unlimited capacity to store information; a history, on the contrary to its preceding form, can be recorded by peoples of different classes, races, countries and continents. A history shaped by and about globalization - the phenomena that keeps the most brilliant minds of our century occupied. Currently this phenomena is at test in different parts of the world; the peace process in Palestine, immigrant problems in Paris, outsourcing of jobs in Midwest USA to India and Turkey’s bid for EU membership are just some of the real life implications of the challenges that face globalization. In the case of Turkey’s EU bid, the stakes are really high; to shut the doors of Europe to Turkey might perpetuate the so-called ‘clash of civilizations[1]’ and the above mentioned new form of history will hold Europeans accountable for the consequences - a situation which the Europeans have deservedly experienced again and again after colonialism, WWI and WWII. On the other hand, for some people including European politicians, to open the door and welcome Turkey to Europe might mean a confirmation of the ‘end of a history[2]’ which, despite the guilt, the Europeans enjoyed so much. The pressure is on; the public on both sides of the story expect a resolution sooner or later and considering the pace of things in our day, expectations will only grow. Therefore, in order to resolve this issue in a healthy manner, it is necessary to have in-depth discussions of EU- Turkish relations, looking at historical factors in political, economic and social spectrums.

This paper argues that the foundation of the political union of Europe, namely the European Union (EU), is the pragmatic notion of creating peace and prosperity for the people of Europe. This argument follows that the EU is not the political embodiment of a supranational European Identity; in fact, such an identity can only be arbitrary. The paper goes on to discuss how this reality reflects on the question of enlargement regarding Turkey. Building upon an analysis of the history of the EU-Turkey relationship, it identifies the economic, political and social implications of Turkey’s membership and also discusses the roots of the resistance against it. The paper is concluded by a re-thinking of the membership problem as a tough test for globalization and by emphasizing the ‘impossibility of saying no[3]’.

Devami icin...



[1] Huntington, Samuel “The Clash of Civilizations”, Foreign Affairs Magazine, 1993

[2] Fukuyama, Francis. “End OF History”?” , National Interest Journal, 1989

[3]“The Impossibility of Saying No” The Economist, September 16

Kurt Realitesinin Bugun Ki Durumu - 2 (yorumlar)

Ozel istek uzerine Kurt realitesi ile ilgili onceki yazimin uzerine yapilan hararetli tartismalari okuyamamis olanlar icin yeni bir post olarak veriyoruz:


Sener Akturk:

Serim bölgesel gerikalmışlığı vurgulamış. Doğu ve Güneydoğu Anadolu ekonomik olarak kalkınamadığı için böyle bir sorun varmış gibi anlatmış. Ekonomik gerikalmışlığın önemli bir etkisi olsa bile, olayın sadece ekonomiye indirgenemeyeceğini düşünüyorum. Orta Anadolu da bir hayli geri kalmış, hatta Kastamonu, Çankırı, Çorum gibi bazı illerimizde fakirlik Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dan çok daha fazla ama oralarda böyle bir etnikleştirilmiş sorun yok. Dahası, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun kalkınacağı yok. Bakın dünyanın en kalkınmış ülkelerinden birisi ABD, ama burada bile bütün zenginlik New York-Chicago arasındaki Kuzeydoğu bölgesinde ve Kaliforniya yöresinde yoğunlaşmış. Güney eyaletlerinin (Alabama, Arkansas, vesaire) ve Batı eyaletlerinin (Wyoming, Idaho, vs.) gerikalmışlığı yüzyıllardır devam ediyor ve kalkınacakları da yok. Bunlar hiç bir zaman New York veya Kaliforniya kadar kalkınmış olmayacak hatta aradaki farkı bile kapatamayacak bence. Kapitalizm böyle işte sevseniz de sevmeseniz de öyle. Batı Anadolu'ya yatırım yapan zaten ya oradaki zengin şehirleri beslemek için yada oradan Kapıkule'yi geçip AB'ye ihracat yapmak için yatırım yapıyor. Bu işadamı niye gidip Bingöl'e yatırım yapsın. Bingöl'ün Muş'un vs. kendi iç pazarı yok, Avrupa Birliğine komşu falan da değil, e bi de elverişsiz bir coğrafyası var. Güneydoğu Anadolu belki Suriye-Irak-İran sınır ticaretiyle biraz da olsa kalkınabilir. Nitekim Gaziantep kalkındı. Ama Doğu Anadolu'nun ekseriyeti hiç bir zaman Batı Anadolu'yla aynı ekonomik seviyeyi yakalayamayacak, bunu böyle kabul edip siyaseti belirlemek lazım. Boş umut dağıtmayalım. Bu bölgeler de kalkınır, eğer devlet bizzat gidip yatırım yapmaya başlarsa. Ama AKP başta olmak üzere son 25 yıldır herkes devlet girişimciliğini karsız ve kötü bir siyaset olarak terketmeye karar verdi. KİT'leri sattık, özelleştirme her zaman 1 numaralı öncelik. Bu koşullar altında 'devlet Muş'a fabrika kursun' derseniz size 'komünistler Moskova'ya' derler. Sanırım Serim arkadaşımız da bunu tavsiye etmez. Ama özel sektörle veya devlet teşvikleriyle falan doğunun kalkınması mümkün değil. Belki de başbakan da bunu anladı ki kimlik siyaseti yaparak sorunu çözmeye çalışıyor. Maalesef bunu yaparken kullandığı terimler beni de rahatsız etti. 'Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Boşnak, vs.' diyor. Oysa 'Türk' zaten bir üst kimlik, etnik bir tanım değil. Boşnak da, Çerkez de, Laz da, Gürcü de 'Türk' Eğer 'Türk' olduklarını düşünmeseler kalkıp ta Bosna'da veya Kuzey Kafkasya'dan Türkiye'ye göç etmezlerdi. Başbakan Türk'ü diğer etnik alt kimliklerle aynı seviyeye çekerek yanlış yapmış. Bunların arasında siyasallaşarak Türk kimliğini red seviyesine gelenler zaten sadece Kürt'lerin ufak bir kısmı, yani HADEP-DEHAP çizgisine oy verenler. Şimdilik bu kadar. Serim arkadaşımdan bu ve diğer yorumları da bi noktada posting olarak sayfaya koymasını rica ederim. Comment'leri okumaya üşenenler var internet surferları arasında.

Serim Cetin

Sener e, yapici yorumundan dolayi tesekkur ediyorum. Yalniz A.B.D. veya baska herhangi bir gelismis ulkeden verilecek orneklerin yalnis oldugunu dusunuyorum. Her ulkenin belirli geri kalmis bolgeleri, sehirleri, eyaletleri olabilir ama gelismis ulkeler bu bolgelere de ayni kalitede devlet servisi, ulasim, elektrik, egitim ve guvenlik saglamaya calisarak, vergileri ve yasam giderlerini az tutarak bu geri kalmis bolgeleri daha cazip hale getirmektedirler. Bizim zaten secim sistemimiz carpik oldugundan hep buyuk sehirlerin ve nufusu yuksek gelismis bolgelerimizin mecliste sesi daha cok cikiyor ve az milletvekili olan Dogu ve Guney Dogu bolgesi illerimiz meclisten baslayarak hep arka plana itiliyor. Sener in verdigi A.B.D. orneginden devam edersek, A.B.D. kongeresi her sene North Dakota, Utah, Alabama gibi eyaletlere ekonomik ve sosyal projeler icin milyarlarca dolar odenek veriyor ve herhalde A.B.D. sosyalist veya komunist olmakla suclanabilecek son ulkedir. Belki Turkiye nin butcesi veya yeterli odenegi olmayabilir ama bolgede istikrar isteyen uluslararasi kuruluslarla isbirligi yapilip odenek saglanabilir. Ayrica Dogu ve Guney Dogu Anadolu nun sinir kapilari olma ozelligi on plana cikarilarak, komsularimizla ozel anlasmalar yapip, sinir kapilarini daha cazip hale getirip bolgenin ekonomik sorunlarini biraz da olsun azaltmak mumkun.

Mehmet Ozer:

ne sacmaliyorsunuz yine?

ahmet kaya denen satilmis insan kiligindaki yaratik ulkesini satan biri.oldugune kesinlikle inanmiyorum , boyle bir medya coktan bulurdu mezarini.boyle seylere pek meraklilar.ahmet kaya oyle serefsizki TURK SILAHLI KUVVETLERInin ASKERINE hakaret eder, dagdaki teroristi (satilmisi) savunmak icin "dagdaki gerilla ASKERIN kafasina ayagini koyup fotgraf cektirmiyor" diyebilecek kadar serefsiz.

basbakanlik mertebesine cok kolay ve ustun vasiflarla yerlesen recep tayyip erdogan TURKluk kimligini 2. plana, kurdlukle beraber ayni kefeye koyma gafletinde bulunacak kadar TURKlugu asagilamis, TURKLUK kimliginden utanmistir.biz boyle bir basbakan istemiyoruz.

peki doguda guneydoguda TURK yokmu?TURKler neden ayaklanmiyor? bunu aciklayin lutfen?

Serim Cetin:

Oncelikle Mehmet Bey, kimsenin birsey sacmaladigi yok, herkes burada gorusunu, yorumunu serbestce yaziyor. Ahmet Kaya nin oldugune ve mezari olduguna inanmiyorsaniz zaten ne tarz fantastik bilgi kaynaklariniz oldugu belli. Ben sahsen insanlari suclamak, damgalamak yerine kokleri 1. Dunya Savasina dayanan sorunun ne oldugunu anlamaya ve cozumler uretmeye calisiyorum. Turkiye de ki milyonlarca Kurt un bir anda yokolmayacagi dusunulurse size de ancak komplo teorilerine ve fantazilere inanmak yerine olaya daha derin bir analizle yaklasmanizi ve bir daha ki yorumunuzda bir cozum onerisi getirmenizi tavsiye edebilirim.

Mehmet Ozer:


ahmet kayanin cenazesini gordunuzmu siz?cenazeye kim katilmis? goruntuleyen bir kamera varmi?ben milyonlarca kurdu yok etmekten bahsetmiyorum.sadece burasi TURKIYE CUMHURIYETI diyorum.burasi Turkiye yani Turklerin Cumhuriyeti.burada Turklerin kanunu gecerlidir.etnik azinlik diye birsey yoktur.yasayan herkes ben Turkum demek zorundadir.avrupa birliginin destegiyle , daha dogrusu gaza getirmesiyle kurdleri kimse tanimaz.kurdleri tanimak mi demokrasi? neden 80li yillarda kurd yerine "dag TURKleri" deniyordu?
cevap vermediginiz bir sorum var. kurdlerin yasadigi bolgelerde TURKLER yasamiyormu? ayni ekonomik zorluklari kurdlerle beraber TURKlerde yasamiyormu? peki soruyorum TURKLER neden daga cikmiyo?

ve Sayin Cetin neden daga ciktilar? neden Turkiye'yi bir butun olarak savunan kurdleri mi savunuyosun , yoksa dagdaki serefsizi mi? madem ki hakli olduklarini savunuyosunuz , mademki haklilar neden daga ciktilar?siz cakalin evcillestirildigini gordunuz mu? yada cakalin laftan anladigini gordunuzmu?bu sorun silahla dagdaki kurdleri temizleyerek , avrupa birliginin yaptirimlarindan kurtularak , leyla zana gibi serefsizlere soz hakki vermeyerek cozulur.kurdlerin zaten soz hakki var TURKIYEDE.bakin icisleri bakani kurd kokenli...en onemli bakanliklarin basinda.bundan buyuk soz hakkimi olur.lutfen yukarda tekrarladigim soruma cevap veriniz.

Serim Cetin:

Benim anlatmaya calistigim Turkiye Cumhuriyeti devletinin yillarca Kurt kimligini yok saymasinin uzerine bolgenin ekonomik geri kalmisligi arti 80 lere kadar bolgede devlet kurumlarinin yoklugundan dolayi bolgede Turkce nin ve Cumhuriyetin olusturdugu Turkluk bilincinin gelismemesi. Cok guzel soyluyorsunuz Mehmet Bey burasi Turkiye Cumhuriyeti ve burda Turkler yasar diye ama bu sadece soyleyerek olmuyor. T.C. kuruldugunda Anadolu da Turk kokenli insanlar cogunlukta olsa da Turkce den baska bircok dil konusuluyor ve bircok farkli etnik grup yasiyordu. Eger istikrarli uniter bir ulus devlet istiyorsaniz farkli azinliklari ya ekonomik ya da kulturel olarak asimile etmek zorundasiniz ve T.C. bunu Kurtler haric bircok etnik azinlik icin yapmayi basardi. Rumlarin cogundan mubadele sistemi ile kurtuldu, diger unsurlar da egitimle verilen doktrin ve ekonomik integrasyonla Turk milleti icine dahil edildi.Guney ve Dogu Anadolu ise biraz cografi konumundan da dolayi Ataturk ten baslayarak askeri baski ile hizada tutulmaya calisildi. Dusunun 1980 li yillara kadar bolgede Turkce bilenler azinliktaydi, ne turkce gazete ne kitap ne televizyon seyredemeyen insanlar nasil entegre olsunlar?. Kimse burda PKK yi veya teror orgutlerini savunmak icin Kurt sorunundan bahsetmiyor ama insanlarin neden daga cikma ve Turk Devleti ne dusman olma gibi davranislar icine girdigini anlamaya calisiyoruz. Osmanli doneminde Aleviler veya savasin ilk yillarinda Ruslara karsi Cecenler niye daha cikmislarsa Kurtler de seslerini duyuramadiklari, politik bir cikis yapamadiklari ve sorunlarina cozum getirilmedigi icin umutsuzluktan daga cikmislardir. Acaba duzgun bir isi gucu olan, kendini ozgur hisseden bir insan evini, ailesini birakip daga cikar mi? Burda ic ve dis provakasyon da buyuk rol oynamistir ama isyana elverisli ortami T.C. hazirlamistir. Tabi ki daga cikmak veya terorist saldirilarda bulunmak yapici bir cozum degildir ama bolge insaninin karakterini ve ulkemizde ki demokratik kulturun azligini goz onunde bulundurdugumuzda sasilicak bir olay da degil.

Sorunuzun ikinci bolumune gelince, tabi ki bu bolgerlerde Turk kokenli vatandaslar yasiyor ama onlara karsi ayrimcilik yapilmiyor. Onlar kendi dillerini serbestce konusabiliyor ve onlar kendilerini Turkiye Cumhuriyetinin bir parcasi hissediyorlar. Eminim onlarin da Devlete tepkileri vardir ama bolgede ki cogunluk olan Kurtlere karsi ellerinde ki tek kozu kaybederek olasi bir Kurt devletinin parcasi olmak istemediklerinden seslerini cikarmiyolardir.

Sizin de dediginiz gibi Icisleri Bakanimiz ve hatta eski Cumhurbaskanimiz merhum Turgut Ozal da Kurt kokenlidir ama onlar iyi halli ailelerden gelen, Turkce bilen, Universite okumus, Turk kulturune entegre olarak basari saglamis ve asimile olmus kisiler ve onlar gibi milyonlarcasi var Turkiye nin degisik bolgelerinde yasayan.Yalniz bir o kadar da dislanmis, entegre olamamis, umutsuz, egitimsiz, issiz Kurt var ve bunlar hakli veya haksiz sucu Turk devletine atmakta. Devlete dusen ise yillarca yaptiklari gibi kestirip atip, kafalarina vurmak degil, sorunu anlayip vatandaslarinin sorunlarina bir care aramaktir. Kalici cozum ancak bu yaklasimla mumkundur.

Not: Ahmet Kaya nin Paris te ki mezarinin resimlerini gormustum ve hatta cenazesi Turkiye ye getirilmek isteniyordu ama Ahmet Kaya burda bir ornek ve kucuk bir detay o yuzden bosverin.

3.12.05

Baghdad 2025 (Bağdat 2025) üç yıl sonra.

Madem ki söz Irak'tan açıldı, benim de aklıma üç yıl önce Chicago Maroon'da (Chicago Üniversitesi gazetesi) yayınladığım bir köşeyazım geldi. Siyasal-kurgusal ve yarı-karamsar bu yazımı üç yıl sonra açık görüş okurlarının takdirine sunuyorum. Saygılarımla,


Baghdad 2025 (Bağdat 2025) three years later.
Here is something I wrote three years ago in the Chicago Maroon (the newspaper of the University of Chicago). It kind of a dystopian political fiction, inspired by a true story:From www.chicagomaroon.comPrudence and ForesightBy Sener AkturkNovember 22, 2002 in ViewpointsThis is Baghdad: November 19, 2025. Three soldiers enlisted in the American contingent of the Republican Guards are patrolling Ar Rasafah, the section of the city that includes the U.S. embassy on the one side, and the Sheraton and Palestine hotels on the other, and faces the Presidential Palace shining on the other side of the Tigris. Seven fighter planes take off from the Rasheed airport, dancing in the sky, swiftly moving and showing off in a solemn celebration marking the 22nd anniversary of American occupation, or rather, the establishment of the so-called provisional American-Iraqi commonwealth.Groups of Iraqi students flock out of Baghdad University. Seven students are huddled around one guy, who is reading a letter. They are crying and shouting in what appears to be a very happy moment. Jalal, the guy with the letter and a student in the Paul Wolfowitz-Mesoud Barzani Center for Democracy, has just won a scholarship from the National Endowment for Democracy to study at the Kennedy School of Government for two years. About two thousand Iraqi students attend universities in the U.S. annually. Most of them attend really lame colleges, but a couple dozen actually make it to Ivy League schools—and then there are the American universities in Baghdad, Basra, Mosul, Karkuk, and As Sulaymaniyah. If attending Harvard is the dream of the upper class youth, marrying one of the two hundred thousand American soldiers stationed in Iraq is the dream of the impoverished Iraqi girls. Two decades of intense indoctrination has created an inferiority complex in this formerly proud Middle Eastern nation. The descendants of Harun Rasheed, the inheritors of the glorious Abbasid legacy, now perceive themselves mostly as the pariahs of American society. But they don’t resent it. After all, the situation before the war was much worse: They were faced with starvation and death on a daily basis, due to both the extended sanctions, which lasted for 12 years, and the arbitrary detentions, purges, and massacres of the late Saddam Hussein. Those gloomy days are over now.Iraqis, or rather the Iraqis who live in the urban centers, enjoy a standard of living much higher than their Middle Eastern neighbors. On the other hand, various American businesses—mostly engaged in oil extraction and refining, but also in such fields as chemicals and petrochemicals, agriculture and textiles—enjoy significant benefits. Everyone is happy! Or are they?The current situation is totally unsustainable, both from the American and the Iraqi points of view. One of the worries is the “dark Arabs.” They live in the outskirts of Baghdad, in Shaykh Hamid and Al Kazimiyah, and other places whose names would not even be uttered in central Baghdad. They live in the north, south, west, and east; it is as if the entire civilized zone is surrounded by them. They are the ones who band into guerrillas and launch attacks on U.S. military installations. The first half of the year 2025 alone witnessed as many as 21 attacks by the Iraqi guerrillas that ended in casualties.“Who and what are we protecting here?” a soldier from Durham, North Carolina, asks. A graduate of Duke University and one of the first round of soldiers recruited under the “universal draft” legislation earlier this year, he questions the wisdom of U.S. presence in the Middle East. With unemployment rates as high as 9% and the income gap wider than ever before in the U.S., almost everyone is questioning the prudence of American presence in the Middle East. Why has the U.S., in spite of amassing domestic problems, channeled its political will and economic resources abroad—especially in an obscure and remote place like the Middle East? Is it religion? Is it the interest of individual politicians? Oil consortiums? Defense industry? Maybe all of them; or maybe something overriding all the above—the American elite’s incommensurability with the material world, with the reality of economic, social, racial, and other problems at home.The U.S. today, in the year 2002, appears as a man who got angry with what is happening at home with his wife, and, not having the courage to face his domestic problems, unleashed his anger on someone in the street. This someone was completely remote and obscure, someone completely unrelated to the problems he is facing. That someone was Iraq.But looking back from 2025, did it change anything? “Look at this, man—we are guarding Chinese companies and business interests here. We should be working, giving substance to the American dream,” Jesse from Colbert, Alabama, said to me once. I think it was true when he said that six years ago, and today, even more so. It is mostly accepted by now that the 21st century is clearly “the Asian Century.” When the U.S. government finally declared that it could not subsidize even 5% of prescription drugs, Sumitomo Bank rushed with a relief package to save Washington’s face. Beijing, Tokyo, Shanghai, and Hong Kong have long since replaced New York and Chicago, Washington, and Los Angeles in international political economy and culture.Huntington’s demographic nightmares have also come true: despite billions of dollars flowing to missionary activity, and despite mass conversions to Christianity in Iraq, Africa, and elsewhere, Islam has replaced Western Christianity as the most popular religion of the world.Even Europe, the most sluggish continent, is growing at a higher rate than the U.S., partly because it does not spend $340 billion on national defense annually. But its democracy and open society were not butchered by the second wave of McCarthyism that took over the U.S. in the first decade of the 21st century. This allowed for deliberation and prudence to take precedence in policy decisions, rather than prejudice and bipartisan conformity in launching a series of unprofitable wars.The U.S. and the world in 2025 look very different indeed from the U.S. and the world in 1925. The land of democracy and freedom—and above all, the land of economic prosperity that everyone was looking up to with adulation—is long gone. Jeffersons and Lincolns are replaced with unknowns. The Congress is parceled by religious fanatics and special interest groups, blind to the welfare of the people they were meant to serve. As Shanghai rises and Berlin rejoices, the Mayflower dwindles by the Tigris.

1.12.05

Turkiye Icin Irak Drami Asil Simdi Basliyor.

A.B.D. nin Irak'i isgal edecegi belli oldugundan beri bu savasin ve yeni Irak'in Turkiye uzerinde uzun vadeli bircok etkisi olacagini, stratejik ve jeopolitik acidan bildigimiz ve alistigimiz gerceklerin degisecegini anlatmaya calistik. Kurt sorunu ve Kuzey Irak bunlarin yalnizca biri ve Soli Ozel Sabah Gazatesinde 1 Aralik 2005 te yayinlanan yazisinda bu noktaya dikkat cekmis. Asagida tamamini bulacaginiz yorumunda Turkiye icin maceranin daha yeni basladiginin ve Semdinli de ki olaylarin bize bunun ipucunu verdigini anlatmakta:

UCUS

Türkiye'nin geleceği açısından belirleyici bir kavga giderek şiddetlenerek sürüyor. Kavga, Türkiye Cumhuriyeti'nin nasıl bir devlet olacağıyla ilgili. Taraflardan biri ABD destekli 12 Eylül rejimince, ebedi bir Soğuk Savaş varsayımıyla kökleştirilen ulusal güvenlik devletinin sürmesinden yana. Diğeri ise ülke dirliğinin ve refahının modern, etkin ve teknik bir devlet yapısı oluşturulmasına bağlı olduğu inancında.
Bu kavganın daha da giriftleşmesine yol açan toplumsal dinamikler ve dünyanın, özellikle de Ortadoğu'nun değişen siyasi şartları var. Devletin ne tür bir devlet olacağı aynı zamanda devlet içinde ve toplumsal alanda iktidar yapılarının değişmesi anlamına geliyor. İktidar ve iktidarla gelen maddi ve manevi üstünlüklerin yitirilmesi söz konusu. Bunun yanısıra her değişimin içerdiği risklerin yarattığı bir çekingenlik de etkili.
Türkiye genelde kendi sorunları üzerinde kapalı devre düşünmeye zorlanmış ve köklü değişimin sonuçlarından tedirgin bir kamuoyuna sahip. En kapsamlısı ve sarsıcı sorunlarından biri ise Kürt meselesi. Terör konusuyla olan bağlantısı bu sorunun değişim/direnç mücadelesindeki rolünü daha da arttırıyor ve karmaşıklaştırıyor. Bugün vardığı noktada ülke dirliğini tehdit edecek bir dinamiğe de sahip.

Ufukta federal bir Irak
Tüm korkularının ve tabularının canlanıp üzerine geldiğini gören toplum çoğunluğu, yeni düzende işlevini yitirecek kişilerin ve iktidar alanı daralacak kurumların da yönlendirmesiyle isyan bayrağını çekiyor. Yaşanan bu gerilim, içerideki Kürt meselesiyle Irak'taki düzen değişikliğine karşı geliştirilecek politikaları birlikte düşünmeden aşılamaz. Zaten bu gerekliliğin kendisi yeni düşünce kalıpları geliştirmeyi zorunlu kılıyor. Türkiye için bu herşeyden önce Irak'ı görmek, anlamak ve yeni duruma göre politika üretmek demek.
Irak'ın toprak bütünlüğü eğer muhafaza edilebilecekse, bu federal bir yapıyla mümkün olacak. Saddam Hüseyin'in son on yıllık politikaları üzerine ABD'nin işgalin ilk dönemindeki büyük yanlışları eklenince ülke en dar anlamıyla kimlik siyasetine mahkum edildi. İktidarı kaybeden Sünniler'in nihilist şiddeti, Kürtler'in ise on yıllık kazançlarından asla vazgeçmeyeceklerinin anlaşılması Şii grupların büyük çoğunluğunu da federal çözümü tercihe götürdü.

Türkiye'ye ihtiyaçları olacak

Yeni seçimlerden sonra bir şekilde Sünniler federal sisteme ikna edilemezlerse iç savaş en büyük olasılık. En iyimser beklenti ise, değerli tarihçi Roger Owen'in yazdığı gibi Irak'ın Lübnan benzeri bir siyasi ve idari yapıya kavuşması. Yani çok güçsüz bir merkeze karşı güçlü etnik/dinsel önderlerin mutabakatına dayalı bir iktidar ve kaynak paylaşımı modeli. Türkiye her iki olası sonucu da önleyemez. Her iki sonuçta da bir Kürt siyasi birimi ile komşuluk edecektir. Bu federal veya bağımsız devletin ise Türkiye'ye pek çok yönden ihtiyacı ve bağımlılıkları olacaktır.
Bugüne dek telaffuz edilmesinden bile kaçınılan bu ihtimal gerçekleşince bunun elbette Türkiye'deki Kürt meselesine yaklaşımda, Kürt vatandaşların taleplerine nasıl cevap verileceği konusunda da yankıları çıkacaktır. Şiddet meseleyi çözmeyecek, Kürtler'in şiddet bağımlılığı tüm ulusa tarifsiz acılar yaşatabilecektir.
Fly Air adlı şirkete Kuzey Irak'a uçuş için izin verilmesi bu bağlamda Türkiye devletinin gerçekçi ve teknik devlete yatkın kesiminin doğru bir kararıdır. Şemdinli olaylarında iki astsubayın vatana ihanet suçlamasıyla yargılanacak olmasının gösterdiği gerçek ise bu akıllı kararın büyük kavga içinde yalnızca ufak bir muharebe olduğu gerçeğidir. Kemerlerinizi sıkıca bağlayın.

Irak'tan Mektup Var!

Irak ta, Ordu da degil ama A.B.D. Disisleri Bakanliginin sozlesmeli oldugu sivil bir kurulusta calisan, ismini vermek istemedigim bir arkadasimin gonderdigi son mektup savasin haberlerde duyamadigimiz baska bir yonunu gosteriyorken ayni zamanda Irak ta ki durumu ve A.B.D. nin icinde bulundugu ikilemi cok guzel ozetliyor. Bazi bolumlerini benim koyulastirdigim, ingilizce orijinalinde mektup aynen soyle:

"On a recent helo out to the Western cities of Husaybah and Al-Qa'im (the former of which is within sight of the hills of Syria), I made the acquaintance of a Lieutenant Colonel who works in my building at Camp Fallujah. He is one of only two military historians in theater, and flies around the AO (Area of Operations) to conduct interviews with Marines of every rank. He wields a digital voice recorder, transcribes their interviews, and his work will soon end up in a Marine Corps Archive.

He just called me over to listen to the account of a flight medic, about what happened the day I flew out of Al-Qa'im last week:
A few Marines walked into a courtyard when insurgents detonated a propane-tank IED. At least two were immediately killed. The medics were called from Camp Al-Qa'im, but this would take at least a few minutes.

As more and more Marines frantically tried to remove the dead from the courtyard, grenades and gunfire rained in from above. "We landed behind a Tiger tank, a typical war situation. The gunner was melting his .50 cal into the house. We ran up and got one Marine, who had been shot in the head and was barely breathing.

"After we loaded him up, I went back and got another kid who had been shot twice in the torso. I did mouth-to-mouth but he wasn't very responsive.

"A third kid was lying on the ground, with a tourniquet around his leg. He was conscious as we loaded him up. By this time, a crowded of wounded Marines were yelling at me to let them on board the chopper. I told them another one was coming right away and we pulled out."

As I waited for my own chopper, I observed the final chapter of this medic's stories, witnessing medic Black Hawks, Cobras, and Apaches flit to and from Al-Qa'im all morning.
I listened quietly as the recording played on.

"One guy we knew wouldn't make it, had an RPG (rocket-propelled grenade) launched into his back. It entered right around the base of his neck and went under his flak. We flew him back to Al-Qa'im, and the surgeon said he couldn't operate until the RPG was removed."
They left the vest on and called EOD (Explosive Ordnance Disposal), who removed the RPG from the Marine's back. The kid died in the operation. The other with the tourniquet lost his leg. In all, five died and seventeen were wounded in the courtyard that morning.

For anyone with the illusion that, somewhere in the fray that has enveloped every inch of real estate of this war, responsible or realistic decisions are being made, last week's Congressional antics should be enough to snap you into sobriety. This no longer concerns justness, or saving lives, futures, or treasure. It is about '06, '08, and where you intend to direct your cash and vote on those important election days. I'd like to be more optimistic than that, but still no credible plans are appearing over here as $18.4 billion taxpayer dollars worth of controversial projects wind down. Yesterday, residents of Baghdad received a total of five hours of electricity.

Increasingly, politicians sweep through Fallujah and pose for campaign literature. For the eleven months that I've been in Iraq, I've never heard of someone from Washington spending more than forty-eight hours in country. Before, they tried to associate themselves with major projects, such as multi-million dollar power or water treatment plants. Now visits are more frequently oriented towards visiting the military.

George Bush tells us that we can't leave now, that the steady forces of instability caused by flexed ethnic tensions can only be quelled by keeping our military there. Or, as Harold Meyerson recently formulated it, "We stay to mitigate the consequences of our coming."

As I write this, I can hear the Howitzers flinging out artillery somewhere miles away. It is a ghastly and close sound. About a minute later, the sound of the explosion replies back. Next week a Marine officer will have to meet with an angry Iraqi demanding compensation.
On this Thanksgiving, Medics must continue to race to the scene, Marines and soldiers must continue to digest their daily feast of shrapnel, mortars, IEDs, and 7.62mm rounds.
Though we are ending our thirty-first month in Iraq, the current administration is treating our discontent with outlandishly tired concepts. Dulce et decorum est pro patria mori doesn't suffice any more for the nineteen-year-old with an RPG in his back, waiting for someone to make a decision."

A.B.D. de hem yurticinde hem de Irak taki Amerikalılar arasinda bir bıkkınlık hakim ve gerekli gorduklerinden bir gun daha fazla Irak ta kalmayacaklari kesin. Bir sonraki post da da gostermeye calısacagım gibi, Turkiye icin ise asil dram A.B.D. nin Irak tan cekilmesinden sonra baslayacak.

22.11.05

Kurt Realitesinin Bugun ki Durumu

Farkina vardim ki bu blog yayina basladigindan beri Turkiyenin onemli sorunlarindan biri olan Kurt sorunu ile ilgili bir yazi yazilmamis, bende Hakkari de ki son gelismeler isiginda konuya deginmek istedim.

Cok degil 1999 yilininin Subat ayinda bir odul toreninde unlu sarkici Ahmet Kaya "Kurt realitesini kafaniza vurucam" dedigi icin kufur ve catal, bicak yagmuruna tutulmustu. Bu olaydan kisa bir sure sonra aleyhine baslatilan kampanyadan dolayi ulkeyi terk etmek zorunda kalmisti. Belki farkinda degiliz ama gecen alti senede aslinda cok sey degisti ama ne yazik ki Ahmet Kaya nin omru ne halk icinde Kurtce sarki soyleyebilmeye ne de degisimleri gormeye yetmedi. Yine bundan 10-15 sene oncesine kadar Kurt kelimesi agiza bile alinmiyor hatta "Dag Turkleri" diye bile adlandiriliyorlardi. Simdi ise meydanlarda Basbakan bas bas Kurt sorunu diye bagirmakta.

Son yillarda biraz da AB nin de kamcilamasi ile AKP hukumetinin Kurt sorunu hakkinda onemli aciklamalari ve adimlari var. Ayni zamanda medyanin onderliginde toplumunda bu konuda daha duyarli ve acik fikirli olmaya basladigini goruyoruz. Askerimiz de bu mucadelenin sadece silahla kazanilamayacaginin ve sorunun sosyal boyutunun farkinda. Cozum icin ilk adim problemin oldugunu kabullenmek ve teshisi koymaktir ve artik Turkiye Cumhuriyeti gec de olsa bunu yapmaktadir. Somut adimlara gelince bu konuda hala belki Kurtce konusundan baska bir ilerleme kaydedilmedi ne yazik ki.

Hep bilinen sey sorunun basta ekonomik olduguydu ama 30 senedir bu konuda kapsamli bir proje uretilemedi ve sadece tesvik ile sorunun cozulemeyecegi artik anlasilmistir umarim. Guneydoguyu kalkindiricak denen GAP projesinin ne kadar demode oldugu, artik kar getirmeyen eski bir ekonomik yapiya dayandigi gorulemedi ve bu yuzden koyden kente goc ve yoksulluk onlenemedi. Hakkari de gelisen son olaylar gosterdi ki Turkiye artik reflekslerini pozitif yonde kullanmaya ve karsi bir tepki olusturmak yerine sorunlari anlamaya ve cozmeye yoneliyor. Ancak sosyal ve kulturel reformlar ekonomik gelisimle desteklenmezse sorunu cozmeye yetmeyecektir.

Basbakanin konudaki aciklamalari gec kalmis ama manali bir jest idi, artik lafi birakip somut adimlarin atilmasi lazim. Devletin askeriyesinden ilgili bakanliklarina, DPT ve hatta uluslararasi kurumlara kadar tum kuruluslarini ve yetkilerini kullanarak ozel bir komisyon kurmasi ve Dogu ve Guney Dogu Anadolu bolgesi icin taze, realist ekonomik modeller ve cozumler uretmesi gerekmekte, yoksa caresiz halkin tekrar siddete sarilmasi cok muhtemel gozukuyor.

18.11.05

Basiniza Turban Kadar... ve Soz Gumus Ise Sukut Altindir Sayin Erdogan


Biz tartismak. konusmak ve yazmaktan biktik ama gundemde yine turban veya bazi kesimlerin deyisi ile "basortusu"sorunu var. Bu sefer ne Cumhurbaskani, ne meclis baskani ne de Basbakanin kiskirtmalari ile degil AIHM nin Leyla Sahin in actigi dava ile ilgili karari ile bu sorun yeniden gundeme geldi. Bir gazetemiz AIHM nin karari ile "Bu defter kapanmistir" diye bile baslik atti. Ne yazik ki bu defter, binlerce insan bu durumdan magdur oldugu surece ve laik ile siyasi cekismelerin odak noktasi olmaya devam ettikce, gundemimizi suni de olsa mesgul etmeye devam edecek.

Benim bu yaziyi yazmamdaki amac AIHM nin kararini veya Turban(Basortusu) konusunu tartismak degil, zaten bunu yayin kuruluslari, yazarlar ve dusunurler fazlasi ile yapiyor. Benim dikkat cekmek istedigim unsur Basbakan Sayin Erdoganin bu ve baska konularda ki aciklamalari. Her ne kadar Basbakanin ulema ve basortusu ile ilgili sozlerinin carpitilip medya tarafindan malzeme yapildigini dusunsem de, turban konusunda dikkatli bir politika izleyen Basbakanin bu kadar yanlis anlasilabilicek ve gerginlik yaratabilecek bir aciklama yapmis olmasina anlam veremiyorum.

Artik uc seneyi askin bir suredir Basbakanlik gorevini yuruten ve 2 donem Istanbul Belediye Baskanligi yapan Sayin Erdogan'in ne zaman konusup, ne zaman yorum yapmamasi gerektigini ve ozellikle kendisine cephe alan sol medya ya malzeme vermemesi gerektigini dusunuyorum. Sadece Basbakan olarak degil, yine gereksiz baska bir konusmasi yuzunden hapis yatmis bir kisi olarak daha dikkatli olmasi gerekir. Simdi bu son yaptigi konusma yuzunden belki savcilik tarafindan yine gereksiz ama buyuk gerginlik yaratabilecek bir sorusturma acilma ihtimali bile var.

Tayyip Erdogan'in dobra kisiliginin ve Kasimpasali olmasinin Turk secmenleri arasinda prim yaptigi kesin ama T.C. Basbakani olmak ne genclik kollari baskani olmaya ne de belediye baskani olmaya benzemez, benzememeli. Kasimpasali tavirlari ve konusmalari secim meydanlarinda yapilabilinir ama halkimizi suni gundemlere iten ve gerginlik yaratan hassas konularda, dobraligin ve delikanliligin degil devlet adamligi olgunlugunun on planda olmasi gerekir. Acaba T.C. Basbakanin dan her konuda bir demec almak neden bu kadar kolay? Hukumetin sozcusu acaba ne is yapar? Acaba Basbakan yorum yok veya daha sonra aciklama yapacagim diyemez mi? Basbakanin danismanlari ve konusma yazarlari neden bu bosbogazliga mudahale etmez? Bu yanlis anlasmalara yol acan aciklamalar Basbakanin ilk vaakasi degil ama umarim bu olay artik bir ders olur ve gercekten politik yetenegi ust seviyelerde olan Sayin Erdogan, devlet adami olmaya bir adim daha yaklasir.

11.10.05

Acı Kaybımız: Attila İlhan'ın Vefatı Üzerine

Gecenin bir buçuğunda bu acı haberi uyumadan önce son bir kez baktığım internetteki gazetelerden öğrendim. Söylenecek çok şey var hakkında. Siyasi görüşüne katılan veya katılmayan herkes sanırım onun Türkiye'nin sanat, edebiyat, ve en nihayetinde siyaset alanındaki tartışılmaz etkisi olduğunu kabul edecektir. 1940'lardan beri 60 yıldır Türkiye'nin siyasi ve kültürel haritasına damgasını vurdu Attila İlhan. Çok şükür lise son sınıftayken ve Chicago arasında Türkiye'yi ziyaretlerimden ikisinde kendisiyle birebir görüşme imkanım ve birkaç da telefon görüşmemiz oldu. Fikirlerinin geçen birkaç yıl içerisinde bu kadar yaygınlaşacağını ve siyasetin gittikçe genişleyen bir kutbunu -ulusalcılık, Kuvayı milliye, AB karşıtlığı, vs.- bu kadar etkisi altına alacağını o zamanlar bilemezdim ama biraz olsun tahmin ediyordum şüphesiz. Türkiye'de aydın çevrelerinin büyük bir kısmında yaşamının son anına dek Türkiye'nin en büyük aydını olarak tanındı ve sayıldı Attila İlhan. Sosyalizminin katı devletçi yorumunu Sovyetler çökmeden onyıllar önce eleştirdi. Maoculuktan solcu darbeciliğe kadar ilerci olduğunu iddia eden her türlü anti-demokratik eğilime eleştirel yaklaştı ve mesafeli durdu. 1940'ların ve 1950'lerin aşırı baskıcı, otoriter faşizan anti-demokratik atmosferinde kaydolduğu Türkiye Sosyalist Partisi dışında hiçbir siyasi partinin üyesi ve fanatiği olmadı (fakat Türkiye İşçi Partisi'ne Mehmet Ali Aybar döneminde taraftar ve destek oldu). Nazım Hikmet'in gayri-resmi varisi ve selefinin Attila İlhan olduğunu söylemek hiç de abartı olmaz. Attila İlhan'ın 1970'lerden beri Sultan Galiyef ve Sovyet Devriminin erken dönemi üzerinden geliştirdiği sosyalizme açık, Kemalist anti-emperyalizm (Avrasyacılık) kesinlikle 20.yüzyıl Türkiye fikir tarihinin en orjinal akımlarından biri sayılmalı. Bu konu hakkında ben de Avrasyacıların fikirlerini -Attila İlhan'ın siyasal içerikli kitaplarını merkeze alarak- kendi çapımda naçizane bir makaleyi ingilizce olarak -rusça özetiyle beraber- Ab Imperio adlı derginin 2004 yılı son sayısında yayınlamıştım. Bildiğim kadarıyla İngilizce olarak Türkiye'deki Avrasyacılık üzerine yazılmış ilk araştırma makalesi ama inşallah bu konuda yapılan araştırmalar, konunun önemi göz önüne alınırsa, artarak devam edecek. Attila İlhan'ın TRT 2'deki Cumartesi gecesi sohbetleri (saat 9:00'da yayınlanıyordu yanılmıyorsam) yüzbinlerce (ve yıllar içinde milyonlarca) insana hitap etmesini sağladı ve aydın sorumluluğunun, entelektüelin halka ve halkın sorunlarına karşı bizzat halka yüzyüze bir tartışma, karşılıklı aydınlanma işlevi olduğunu gösterdi. Toplumsal sorumluluğu sanatçı kimliğiyle birleştirme noktasında Attila İlhan siyasal kültür dünyamızın zirvesini oluşturur. Türkiye'de olsam koşa koşa cenazesine gider, onu son yolculuğuna uğurlamak için sıraya girerdim. Başımız sağolsun, Allah rahmet eylesin, ve mekanı cennet olsun!

8.10.05

Washington Times ve ABD'nin değişen dış siyaseti.

Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerinde eleştirel bir tutum takınması ve ABD'yle Irak konusunda bir türlü uzlaşamaması ve en önemlisi İslamcı-kökenli bir partiyi demokratik koşullar altında ve başarıyla iktidarda tutması uzun süreden beri ABD'deki yeni muhafazakarların özellikle de Musevi kanadını rahatsız ediyordu. Middle East Quarterly'de geçen yıl yayınlanan Yeşil Sermaye Türkiye'yi ihya ediyor adlı makale ve aynı haftalarda belli başlı gazetelerde çıkan Türkiye karşıtı yazılarla bu kesim Türkiye karşıtlığına yöneldiğinin mesajını vermişti. 27 Eylül'de Washington Times'da çıkan Türkiye karşıtı yazı da bu tahminleri doğruluyor. Türkiye'nin ABD'yle 50 yıllık müttefik ilişkisi (Nato'ya giriş*Kore Savaşı 1953-2003 Tezkerenin reddi) sona ereli 2 yıl oldu, şimdilerde ancak uzatmalar oynanıyor. Bu demek değil ki Türkiye-ABD arasında ilişki tam bir düşmanlık şeklinde gelişecek, hayır, kesinlikle hayır. Ama eskiden Fransa, Almanya gibi Avrupa ülkelerinin sık sık tekrarlanan eleştirilerine karşı Türkiye'ye neredeyse her zaman koruyan ve arka çıkan ABD'nin yerini artık 1980'lerin Fransa'sı gibi Türkiye'yi sık sık eleştiren ama ekonomik ve siyasi ilişkilerini de büsbütün koparmayan bir yarım-müttefiklik, koşullu ortaklık alacak, hatta aldı bile. Ama ABD'ye güvenemezsek, dış politikada artık kime güveneceğiz? Daha doğrusu, ABD'nin kaybolan desteğini hangi ülke veya ülkeler grubuyla ikame edeceğiz? Yoksa artık dış politikamızda en güvenilir müttefik diyebileceğimiz bir ülke veya ülkeler grubu olmayacak mı? Asıl büyük sorular işte bunlar. Aşağıda Washington Times'daki yazının İngilizce aslını göreceksiniz.

'No' to Islamist TurkeyBy Frank J. Gaffney Jr.September 27, 2005On Oct. 3, representatives of the European Union and the Turkish government of Islamist Recep Erdogan will meet to determine if Muslim Turkey will be allowed to seek full membership in the EU. It will be best for Turkey, to say nothing of Europe and the West more generally, if the EU answer under present circumstances is: "Thanks, but no thanks." The reason Europe should politely, but firmly, reject Turkey's bid should be clear: Prime Minister Erdogan is systematically turning his country from a Muslim secular democracy into an Islamofascist state governed by an ideology anathema to European values and freedoms. Evidence of such an ominous transformation is not hard to find. • Turkey is awash with billions of dollars in what is known as "green money," apparently emanating from funds Saudi Arabia and other Persian Gulf states withdrew from the United States after September 11, 2001. U.S. policymakers are concerned this unaccountable cash is laundered in Turkey, then used to finance businesses and generate new revenue streams for Islamofascist terrorism. At the very least, everything else on Mr. Erdogan's Islamist agenda is lubricated by these resources. • Turkey's traditionally secular educational system is being steadily supplanted by madrassa-style "imam hatip" schools and other institutions where students are taught only the Koran and its interpretation according to the Islamofascists. The prime minister is himself an imam hatip school graduate and has championed lowering the age at which children can be subjected to their form of radical religious indoctrination from 12 years old to 4. And in 2005, experts expect 1,215,000 Turkish students to graduate from such schools. • Products of such an education are ill-equipped to do much besides carrying out the Islamist program of Mr. Erdogan's AKP Party. Tens of thousands are being given government jobs: Experienced, secular bureaucrats are replaced with ideologically reliable theo-apparatchiks; 4,000 others pack secular courts, transforming them into instruments of Shari'a religious law. • As elsewhere, religious intolerance is a hallmark of Mr. Erdogan's creeping Islamofascist putsch in Turkey. Roughly a third of the Turkish population is a minority known as Alevis. They observe a strain of Islam that retains some of the traditions of Turkey's ancient religions. Islamist Sunnis like Mr. Erdogan and his Saudi Wahhabi sponsors regard the Alevis as "apostates" and "hypocrites" and subject them to increasing discrimination and intimidation. Other minorities, notably Turkey's Jews, know they are likely next in line for such treatment -- a far cry from the tolerance of the Ottoman era. • In the name of internationally mandated "reform" of Turkey's banking system, the government is seizing assets and operations of banks run by businessmen associated with the political opposition. It has gone so far as to defy successive rulings by Turkey's supreme court disallowing one such expropriation. The AKP-dominated parliament has enacted legislation that allows even distant relatives of the owners to be prosecuted for alleged wrongdoing. Among the beneficiaries of such shakedowns have been so-called "Islamic banks" tied to Saudi Arabia, some of whose senior officers now hold top jobs in the Erdogan government. • Grabbing assets -- or threatening to do so -- has allowed the government effectively to take control of the Turkish media, as well. Consolidation of the industry in hands friendly to (or at least cowed by) the Islamists and self-censorship of reporters, lest they depart from the party line, have essentially denied prominent outlets to any contrary views. The risks of deviating is clear from the recently announced prosecution of Turkey's most acclaimed novelist, Orhan Parmuk, for "denigrating Turks and Turkey" by affirming in a Swiss publication allegations of past Turkish genocidal attacks on Kurds and Armenians. • Among the consequences of Mr. Erdogan's domination of the press has been an inflaming of Turkish public opinion against President Bush in particular and the United States more generally. Today, a novel describing a war between America and Turkey leading to the nuclear destruction of Washington is a runaway best-seller, even in the Turkish military. • This data point perhaps indicates the Islamists' progress toward also transforming the traditional guarantors of Mustafa Kemal Ataturk's legacy of a secular, pro-Western Muslim state: Turkey's armed forces. Matters have been worsened by Mr. Erdogan's skillful manipulation of popular interest in the European bid to keep the military from serving as a control rod in Turkish politics. At the very least, over time, the cumulative effect of having the conscript-based Turkish army obliged to fill its ranks with products of an increasingly Islamist-dominated educational system cannot be positive for either the Europeans or the Free World beyond. Especially as Mr. Erdogan seeks to put into effect what has been dubbed a "zero-problem" policy toward neighboring Iran and Syria, the military's historical check on the gravitational pull toward Islamofascism is likely to recede. Consequently, the EU's representatives should not only put on ice any invitation to Turkey to join the European Union next week. They should make it clear the reason is Mr. Erdogan's Islamist takeover: The prime minister is making Turkey ineligible for membership on the grounds that the AKP program will inevitably ruin his nation's economy, radicalize its society and eliminate Ankara's ability to play Turkey's past, constructive role in the geographic "cockpit of history." It is to be hoped this meeting will serve one other purpose, as well: It should compel the Europeans to begin to address their own burgeoning problem with Islamofascism. Both Europe, Turkey and, for that matter, the rest of the world, need to find ways to empower moderate Muslims who oppose Islamists like Turkey's Erdogan. Oct. 3 would be a good time to start. Frank J. Gaffney Jr. is president of the Center for Security Policy and a columnist for The Washington Times.

Engin Ardıç'ın 27 Eylül tarihli yazısı İnönü dönemine ışık tutuyor

Söylenenlerin tamamına katılmasam da Engin Ardıç'ın bugün Akşam'da yayınlanan yazısı İnönü yönetimi altındaki 1940'lar Türkiye'sine ışık tutuyor. Genel ve yanlış inanışın aksine, İnönü hükümetinin ve özellikle Recep Peker'in açıkça Nazi Almanya'sının tarafının tuttuğunu, planlarını Almanya'nın yanında savaşa girileceğini düşünerek yaptığını gösteriyor. Dahası, başka pek çok alanda olduğu gibi dış politika ve iç politika (Türk kimliği) konusunda İnönü'nün Atatürk'ten ne kadar farklı -ve yanlış- düşündüğünü bir kez daha ortaya koyuyor. İsmet İnönü dönemini eleştirmeden ve o dönemin uygulamalarına ve yönetimine karşı çıkmayan kimse kendisini demokrat ya da ilerici sayamaz, saymamalı, ister sağcı olsun ister solcu... İnönü'nün iç politikamızda (siyasi, kültürel, ekonomik, vs.) yarattığı tahribatı hala onarmak mümkün olmadı.Engin Ardıç'ın yazısı:Koskoca Atatürk slogan atar mıymış canım? Atar. 'Ne mutlu Türk'üm diyene' sözü, bir slogandır.Atatürk, 'ne mutlu Türk olana' dememiştir, 'ne mutlu Türk doğana' dememiştir, 'ne mutlu kafatası önden arkaya bu kadar santim, sağdan sola şu kadar santim gelene' dememiştir.Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak, Türk olmak için yeterlidir. Hristiyan Türk, Yahudi Türk olabilir. Vardır.'Kendini Türk hissetmek' de Türk olmak için yeterlidir. Başka devletlerin vatandaşı olan Türkler vardır, hem de milyonlarca.Bir Japon çıkar da 'ben Türk'üm' derse, Türktür.12 Eylül öncesi Türkiye karıştığı zaman 'İsrail'e kaçmayı' düşünen bir Yahudi dostum, geri dönmüş ve kalayı basmıştı: 'Sokakta kolu açık gezene saldırıyorlar, bunlar köktendinci be! Şimdi anladım, benim vatanım Türkiye'ymiş!'Başka bir Yahudi dostum bana 'siz İstanbul'a ne zaman geldiniz' diye sormuştu... 'Vallahi, baba tarafım Üsküdarlı ama 1870'lerden öncesini bilemiyorum' dediğimde gözlerinde muzip bir pırıltı belirdi, dedi ki: 'Hah ha! Biz 1492'de geldik be!'Onları çok ittik kaktık.Çünkü, 'Türkiye'yi yabancı unsurlardan arındırmak' bir İttihat ve Terakki politikasıydı ama cumhuriyette de sürdü.Atatürk'ün reddettiği ırkçı politikayı, onun hastalığında CHP'yi ele geçirmeyi deneyen, ölümünden sonra da geçiren faşist klik yeniden ısıttı.Mübadeleyle Rum unsurundan, o çok tartışmalı kırımla da Ermeni unsurundan 'kurtulmuştuk'. Yahudi unsurunun belini de Varlık Vergisi'yle kırmayı denedik ama savaşı Almanya kazanamadı! O iş yattı.Faşist CHP yönetimi burayı Yahudi'lerden temizleyecek (Almanya'nın bizden böyle bir talebi olmadığı halde), savaş bitince de Almanya bize Kafkasya'dan pay verecekti!... Eski dostumuzla yeniden ortak olacaktık, tıpkı birinci savaşta olduğu gibi... Beklentimiz buydu.Fakat İsmet Paşa'nın tutumunu Saracoğlu ve Peker gibilerinden ayırmak gerekir. İnönü'nün temel sorunu devleti korumaktı, bunun için 'her iki tarafı da idare ediyor' ve savaşın sonunu bekliyordu. Müttefikler kazanınca çok partili döneme geçti. Almanya kazansaydı gözünü kırpmadan faşizme koşulurdu.Bazı ahmak solcuların pek övdükleri Köy Enstitüleri'nin üreteceği köy, bir 'faşist köy' modeliydi! Umulanın tam tersi çıkınca, ipleri komünistlerin eline geçmeye başlayınca boğduruldu.Önceleri hoşgördüğü Türk faşistlerinin tırnaklarını söktürmesi, Almanya'nın yenileceği iyice belli olduktan sonradır... Önceleri hoşgördüğü Türk komünistlerinin matbaalarının basılıp talan edilmesi de, Stalin'in bize karşı tavrı iyice ortaya çıkınca...Sonra, 6/7 Eylül 1955 gecesi, Lausanne Antlaşması'na göre İstanbul'da tutmak zorunda kaldığımız, başımızdan bir türlü atamadığımız Rum unsurundan bu kez korkutma ve kaçırma yöntemiyle kurtulmayı denedik. Sekiz yıl içinde bunu başardık.Bu geceyi, Rum milletvekili bile çıkarmış olan sözde demokratlar düzenlemişlerdi ha!Çünkü onların da asıl kökenleri CHP değil miydi? Bugün Ermeni, Rum, Yahudi unsurları Türkiye'de 'nesli tükenmeye yüz tutmuş kelaynak kuşları' gibi kalmışlardır.Cumhuriyette bir tek Ermeni kaymakam yoktur. Bir tek Yahudi mal müdürü yoktur. Bir tek Rum vali yoktur.Bunlara askerlik elbette yaptırılırdı ama ellerine silah verilmezdi eskiden, 'kullanmayı öğrenip de günün birinde bize doğrultmasınlar' diye! Yahudi asteğmenler de doğruca Sütlüce'ye, Levazım Okulu'na giderlerdi, 'aksatadan' iyi anlarlar ya...Bu saçmalıklar artık çok gerilerde kaldı.Bunları aştık, kuzum yeniden dönmeyelim oralara...Çünkü dönmek isteyenler var aramızda.

18.9.05

2. Schröder Mucizesi: SPD-FDP-Yeşiller ve SPD-Sol-Yeşiller Seçenekleri Denemeli

Gerhard Schröder geçen seçimlere de son ana kadar rakibi Hristiyan Demokrat Edmund Stoiber'in oldukça gerisinde kalarak girmişti. Buna rağmen son haftalarda yaptığı çıkışlarla Hristiyan Demokratlarla aradaki farkı kapattı ve 6 bin oy farkıyla (60 milyon seçmenin olduğu bir ülkede gerçekten 'kılpayı' bir zaferdi) Hristiyan Demokratları birkaç milletvekili farkla geçti, ve ortağı Yeşiller'in Hristiyan Demokratların gayri-resmi ortağı Hür Demokratlara fark atması sayesinde bir kez daha hükümeti kurdu. Bu seçimlerde aynı başarıyı yakalanması mümkün değildi. Çünkü partisinin sol kanadının önemli bir kesimi Sosyal Demokratlardan koparak eski Doğu Alman Komünistlerinin partisi PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi) ile birleşerek Sol Partiyi kurdu. Seçimde önce yapılan tüm araştırmalar ve Almanya içinde ve dışındaki beklentiler Angela Merkel liderliğinde Hristiyan Demokratların en az %5 (3 milyon oy) fark atarak seçimden birinci parti çıkacağını ve Hür Demokratlarla anlaşarak az bir farkla da olsa hükümeti kurabileceğini öngörüyordu. Hristiyan Demokrat-Hür Demokrat sağcı bloğun oyları %%50-%52 civarında tahmin ediliyordu. Bakın şimdi Schröder'in karizması ve kişiliğinin halk arasındaki popülerliği ve siyasetteki ustalığı onun son birkaç hafta içinde Hristiyan Demokratları yakalamasını sağladı. Bugünkü seçim sonuçlarına göre Hristiyan Demokratlar (CDU) %35.2, Sosyal Demokratlar (SPD) %34.1, Hür Demokratlar (FDP) %10, Sol Parti (Linke) %8.6, ve Yeşiller (Grüne) de %8.1 oy aldı. Merkel ve Schröder arasında en az %5 (3 milyon seçmen) olacağı tahmin edilen fark %1 (600 bin) olarak ortaya çıktı. Seçimin sürprizini ekonomideki iki uç, liberal sağcı Hür Demokratlar ve sosyalist planlamacı-eski komünist Sol Parti yaptı. Seçimin galipleri SPD, FDP, ve Linke, mağlupları da şüphesiz CDU ve Yeşillerdir. Sağcılara yardımcı olan tüm koşullara ve finansal ve uluslararası kamuoyunun ve Papa'nın ve ABD'nin desteğine rağmen CDU'yu başarısızlığa mahkum eden Angela Merkel de selefi Edmund Stoiber gibi hemen istifa ederse yerinde olur. Bütün gözlemciler CDU-SPD büyük koalisyonu bekliyor. Halbuki seçim sonuçları, SPD parti şefinin de dediği gibi halkın Şanşölyelikte Schröderi görmek isteklerini bir kez daha ortaya koydu. Dahası, CDU-FDPyi bir blok, SPD-Grüne'yi bir blok olarak görmek sol kesime haksızlıktır diye düşünüyorum çünkü seçimin dördüncü büyük partisi olan Linke de adından da anlaşılabileceği gibi bir Sol parti. Dahası Linke'nin yarısı SPD'den kopanlardan oluşuyor. Geçen seçimde %4 ile baraj altı kalan PDS'nin bugün %8 ile oylarını iki katına çıkarmış olmasında SPD'den kopanların rolü çok belirgin ve önemlidir. Seçmenin %50.2'si yani mutlak çoğunluğu (SPD-Grüne-Linke) SOL partilere oy verdi. Sağ partiler (CDU-FDP) bütün çabalara ve kötü ekonomik duruma ve yüksek işsizliğe rağmen oyların ancak %45.2'sini alabildiler. Ben şahsen büyük koalisyon fikrine karşıyım. Merkel ve partisi sırf seçmenin üçte birinin oyunu alabildiler diye böyle birşey haketmiyorlar. Dahası, CDU'nun oyu, Stoiber'in kaybetip istifa ettiği geçen seçime göre bile daha düşük! Seçmenin CDU'ya olan ilgisi artmamış tam tersine büsbütün azalmış. SPD'deki azalma zor dönemde iktidar olan her partinin uğrayacağı tarzda bir yıpranmanın sonucu. Seçmen Hür Demokratları ve (özellikle Doğu Alman seçmen) Sol Partiyi daha çok görmek istediğinin mesajını verdi. Bu şartlar altında, benim tercihim SPD-CDU arasında bir büyük koalisyon yerine SPD-Linke-Grüne arasında bir Sol Koalisyon veya en iyisi SPD-FDP-Yeşiller arasında bir Liberal Sol koalisyon kurulmasıdır. Eğer Hür Demokratlar ikna edilebilirse benim düşünceme göre en iyisi SPD-FDP-Grüne ittifakı olur, çünkü böylesi bir koalisyon hem -SPD sayesinde- Almanya içinde sosyal haklara duyarlı olmaya devam eder, hem FDP sayesinde iş çevrelerinin ve uluslararası piyasaların arzu ettiği bir takım reformları yapabilecek cesareti göserir, hem de bu reformlar uğruna kenarda köşede kalmış grupların ve doğal çevrenin büsbütün zarara uğratılmasına -Yeşiller sayesinde- karşı çıkar. Tabi ki bu amaçlar pekçok konuda birbiriyle çelişiyor ve çelişecek. Dolayısıyla SPD ve FDP sosyal güvenlik reformunda, vergiler konusunda ve ekonomiyi ilgilendiren pekçok konuda karşı karşıya gelecek ve çatışacak. Fakat en sonunda SPD -Sol Parti Linke'nin aksine- yeniden yorumlanmış, reforma uğramış liberal Sol'un temsilcisi. Sosyalizmden çok Tony Blair ve Bill Clinton soluna yakın. Bu sebepten SPD-FDP ortaklığı bir hayal olmamalı. Öte yandan Yeşiller de dünya çapındaki liberal sol hareketin bir yan kanadı ve alt öğesi sayılmalı. Siyasal haklar ve düşünce özgürlüğü gibi konularda Yeşiller ve Hür Demokratlar birbirine herkesten daha yakın ve benzer olmalı. Uzun lafın kısası, SPD-FDP-Yeşiller koalisyonu gerçekleşebilir ve gerçekleşmeli. Türkiye açısından bu koalisyon AB üyeliğinin hızla gerçekleştirilmesine ve Almanya'nın koşulsuz Türkiye'nin desteklemesine katkıda bulunur. Sonuçta Türklerin büyük çoğunluğu SPD ve Yeşillere oy veriyor. Oysa Türklerin hemen hiç oy vermedikleri CDU -ki başkanı Merkel tam bir Türk düşmanı, oy tabanı Katolik Almanlar da Türkiye karşıtı Alman Papa'nın desteğiyle Türk düşmanlığını iyice azıtabilirler- ve SPD arasındaki bir koalisyon Türkiye'ye büyük zarar verir, yarım ağızlı bir Türkiye destekçiliğini -belki de onu bile değil- sağlar. Buna karşın Türkiye açısından en Türk dostu ve destekçisi hükümet koalisyonu şüphesiz üç sol partinin koalisyonu (SPD-Linke-Grüne) olur. Sonuçte en çok Türk aday gösteren parti açık farkla Linke oldu. Linke'nin 9 Türk aday göstermesine karşı, Yeşiller 5, SPD ise 3 Türk aday gösterdi. CDU ve FDP ise birer Türk aday göstererek Türkiye'ye karşı soğuk yaklaşımlarını birkez daha kanıtlamış oldular. Partilerdeki Türk aday sayısı Türkiye'ye yaklaşımları için mantıklı bir ölçüt sayılabilir. Fakat Sol partinin -eski doğu Alman komünist partisi olması sebebiyle- aşırı sol görüşleri ve Almanya genelinde hiç de sevilmemesi SPD ve Yeşillerin onlarla koalisyon yapmasının çok zor ve neredeyse imkansız kılıyor. Oysa sol-sağ düzleminde böylesi bir Sol koalisyon pekala mümkündür ve Almanya'daki Türk azınlığa ve Türkiye'ye en çok yarar sağlayacak olan da böylesi bir koalisyondur. Fakat elbette Sol Partiyle yapılacak bir koalisyon uluslararası piyasaları, iş çevrelerini, finansal kurumları paniğe ve hatta dehşete sürükler ki bunun da Alman ekonomisine etkisi hiç de iyi olmaz kanaatimce. Bu sebeple, Türkiye'ye ve Türk azınlığa yakınlığına rağmen, Alman iç siyasetine ve iş çevrelerinin tercihlerine çok ters ve dolayısyla kurulması ve yaşatılması çok zor olduğu için SPD-Sol-Yeşiller seçeneğini bir kenara bırakıp, SPD-FDP-Yeşiller koalisyonuna yönelmek gerekir. Maalesef seçim sonrası ilk yorumlar dogmatik bi şekilde CDU-SPD arasında büyük koalisyonu kaçınılmaz bir sonuç gibi gösteriyor. İnşallah Hür Demokratlar ve SPD-Yeşiller akıllı ve duyarlı davranarak biraraya gelebilir. Böylesi bir koalisyon Türk azınlığa ve Türkiye'ye güvence sağlar ve yarar getirir, yoksul kesimi de ekonomik reformların en tehlikeli ve aşırı sonuçlarında bir nebze de olsun korumayı başarır. SPD-CDU arasındaki bir büyük koalisyon bunlardan hiçbirini yapmayacağı gibi Türkiye için, Müslüman ve diğer azınlıklar için, yoksul ve işçi kesimi için tam bir felaket olur.

15.6.05

Orta Asya Nasil Kaybedilir

Stratejik vizyonu kuruldugundan beri sinirli olan Turkiye Cumhuriyeti nin uluslararasi alandaki uzun donemli yaptigi ilk stratejik hamle NATO ya girmek olmus ve sonraki 50 senelik dis iliskiler stratejimizi bu hamle belirlemistir. Sovyetler dagildiktan sonra her ulke gibi bir bocalama yasayan Turkiye, enerjisini AB uyeligine yoneltmis ama alternatifler uretme ve bolgesel bir guc olma yolunda stratejiler gelistirememistir.

Merhum Turgut Ozal ozellikle Orta Asya ulkeleri ile iliskilerimizi ve isbirligimizi gelistirmek icin cok ugrasmis ama maalasef omru yetmemistir. Ondan sonra Demirel birkac sembolik ziyaret yapmasi disinda Orta Asya daki Turki Cumhuriyetlerinle ilgili uzun ve orta vadeli bir strateji gelistirilmemis, ozellikle Ozbekistan ve Azerbaycan ile iliskilerimizde gerileme olmustur. Turkiyenin bu genc ulkelere bir ornek ve destek olmasi gerekirken, etliye sutluye karismadan Orta Asya daki diktatorlerin ve baskici rejimlerin yesermesine seyirci kalinmistir.
Orta Asya daki Cumhuriyetler belki bugun cok buyuk bir oneme ve ekonomik guce sahip olmasalarda, dogal kaynaklari ve Sovyetlerden kalma altyapilari ile buyuk bir potansiyele sahiptirler. Bu bizim AB ye mahkum olmus dis politikamiz icin uzun vadeli bir cikis yolu ve alternatiftir.

AKP hukumeti tarafindan yurutulen komsula yeniden yaklasim ve sifir sorun politikasi gercekten cok geciken ama onemli bir baslangictir ama Turkiyenin kapasitesi acisindan yeterli degildir. Ozellikle buyuk kulturel ve tarihsel baglarimiz olan Orta Asya Cumhuriyetleri ile iliskilerimizde yeni atak stratejiler belirlenmelidir.

Allahtan sonunda beklenen tepkiler ve patlamalar olmus ve Orta Asya halki, Kirgizistan ve Ozbekistan da goruldugu gibi degisim istegini acik bir sekilde belirtmistir. Ama ne yazik ki yine Turkiye den bu konuda hicbir tepki veya destek gelmemistir.Ozellikle sozde "demokrasi" ve "ozgurlukleri" benimseyen "Bush doktrin"i kullanilarak A.B.D. ile Orta Asya da reform icin sikistirilmali ve ortak calismalar yapilmalidir. Yozlasmis, yolsuzluk icinde yuzen, vizyonsuz bir Orta Asya nin ne bu Cumhuriyetlerin halklarina, ne Turkiye ye ne de Dunya ya hicbir yarari yoktur ve Orta Asya daki rejimler yakinda surdurulemez bir duruma gelicektir.

Bu stratejik atak sadece Turkiyenin uluslarasi platformdaki onemini arttirmakla kalmaz Orta Asya da olusmasi muhtemel demokratik rejimlerin ve halkin Turkiye ye cok farkli bir sekilde bakmasini saglar. Firsat bu firsattir ve Basbakan basta olmak uzere hukumet Turkiye nin Orta Asya ya verdigi onemi ve demokratik reform isteklerini aciklamalari, yozlasmis diktatorlerin degil, bu ulkelerin halklarinin yaninda oldugunu belirtmeleri ve bu konularda uluslararasi arenada gerekli girisimlerde bulunmalari lazimdir yoksa Orta Asya ve stratejik onemi buyuk olan Turki Cumhuriyetleri birkez daha kaybedilecektir. Turkiyenin yeni acilimlarla onunun acilmasini sadece bu cok yonlu stratejik planlama saglayabilir.

7.6.05

Bogaz Dokuz Bogum...

Bogaz dokuz bogum soylemeden dokuz kere dusun derler...Ozellikle Turkiye'nin bogazinda en cok bogum olan siyasetcisi Demirel bayilir bu lafa! Fakat bu hafta ne olduysa oldu ve Demirel'in o dokuz bogum bogazindan buyuk tartisma yaratacak cumleler cikti:

"Devrim kanunlarini yenileyip, esi basortulu olanlara cumhurbaskanligi yolunu kapatalim!"

Peki Demirel niye soyledi bunlari? Daha da onemlisi niye boyle bir zamanlama ile soyledi?

Demirel'in bunca yillik Turk siyaseti tecrubesini goz onunde bulundurarak, boylesine tartismali bir fikri cumhurbaskani secimlerinden iki yil once ortaya atmasinin rastlantisal olmadigi kanaatine varmamak mumkun degil. Belli ki Demirel'in ortaya boylesine sert, bir cok kisiyi uzecek, eski populist gunlerinden uzak bir tavirla cikmasinin altinda ciddi sebepler var. Tahmin ediyorumki Demirel'in kulagina cumhurbaskanligi secimi ile ilgili bazi seyler gitti! Eger birileri ona fisildamadiysa da kafasinda bu konuda ciddi endiseler olustu! Askeri darbe ile hapis yatmis, defalarca basbakanlik yapmis, secimlere katilmis olan bir siyasetcinin kafasini bu kadar kurcalayan nedir peki?

Bana kalirsa Demirel'in yaptigi cikis iyi dusunulmus bir amaca hizmet ediyor. Bu amac cumhurbaskani konusunu gectigimiz donemde oldugu gibi oldu bittiye getirmemek. Daha cumhurbaskanligi doneminin bitmesine iki yil gibi bir sure varken bu aciklamanin gelmesi kazanin altina atesi yakmaktan baska birsey degil. Demirel kazan kaynasin istiyor, tartisma kamuoyuna (bu kelime nasil yazilir yahu?) yansisin, adaylarin eksileri, artilari halkin onunde tartisilsin ve en onemlisi eger AKP'nin kafasindan laik duzeni iyi temsil edecegi tartismali olan isimler geciyorsa bu cabalar desifre edilsin ve AKP'nin eli baglansin istiyor. Saniyorum ki Demirel'in kulagina AKP'nin cumhurbaskani konusunda turbanli bir adaya sicak baktigi gibi birseyler geldi veya Demirel her halikarda bu riski goz onunde bulundurup kendi siyasi populeritesini feda ederek laik duzene buyuk bir hizmet yapti.

Inaniyorum ki aramizda bircok kisi saygin kisiligi ve Turk devlet degerlerini istikrarla temsil etmesi bakimindan Ahmet Necdet Sezer'e sempati beslese bile ara sira cumhurbaskaninin ismini unutmus olmanin utancini yasiyordur. Turkiye Cumhuriyetinin en yuksek siyasi merci, devletin lideri ve temsilcisi gecen hukumet doneminde tam anlamiyla pasifize edilmistir. Aslinda bu siyasal by-pass in bas sorumlusu Suleyman Demirel'in ta kendisidir. Turgut Ozal'in cumhurbaskanligi doneminde basbakanlik yapan Demirel, o zamanki rakibi Ozal'a en buyuk darbeyi cumhurbaskaninin yetkilerini sinirlayarak getirmistir. Daha da otesi, kendi cumhurbaskanligi donemi sona ermeye yuz tutarken yeni cumhurbaskani seciminin adeta "kimi secsek isimize daha az karisir" diye dusunulerek yapilmis olmasina seyirci kalmistir. Sanirim Koskun eski sakini, bu yuce merciin 5 senelik siyasal populerite erozyonu yasamasina uzulmus ve bu mercii su anki konumuna getirmis olmanin bir nevi pismanligini hissetmis olacak ki, koskun bir sonraki donemde elle tutulur bir siyasi otorite olmasi icin caba sarfetmeye baslamistir. "Demokrasilerde care tukenmez" gibi her kaliba uyan bir siyasi sloganla populer beklentileri demokratik kaliplara sokmakta usta olan Demirel'in daha onceki tarzi ile bire bir zit bir tavirla, koskte turbanla ilgili olarak kendini tartismanin ortasina atmasi bence baska hic bir sekilde aciklanamaz. Uzun lafin kisasi bircogumuz gibi Demirel de sonunda Turkiye Cumhuriyeti'nin cumhurbaskaninin daha aktif bir siyasi role burunmus olmasinin gerekli olacagini anlamis gozukuyor. Bunlari soyledikten sonra Demirel'e bu fedakarligindan ve ileri goruslulugunden dolayi tesekkur edip bizi asil ilgilendiren konuya, yani cumhurbaskaninin secimine geciyorum.

Oncelikli sorular sunlar: Cumhurbaskani esi turbanli olabilir mi? olmali?


Bugun Turkiye anayasasi cumhurbaskanligi mevkisi ile ilgili tanimlarini acik ve net bir sekilde yapmis, cumhurbaskani veya esinin giyimiyle ilgili bir duzenleme getirmemistir. Diger bircok demokrasilerde oldugu gibi Turkiye'de de kanun onunde aday olma hakkina sahip olan her vatandas cumhurbaskani olabilir. Fakat bunun otesinde devlet liderleri devletin zamansizligini ve surekliligini yansitmasi bakimindan belirli bir siyasi gelenek icinden cikarlar. Turkiye'de bu gelenegin kokleri Cumhuriyet devrimimize dayanmakta ve devrim kanunlari ile tanimlanmaktadir. Bu kanunlar icinde cumhurbaskani ve ailesinin giyimi ile ilgili bir madde bulunmasa bile Turk toplumunun giyim adetini degistirmeyi amaclayan kiyafet kanunlari bulunmaktadir ve Turk toplumunun temsilcisinin bu amaclari en yuksek sekilde simgelemesi gerekliligi kanun maddesi ile vurgulanmasina gerek olmadan anlasilmis ve gelengimizin bir parcasi olmustur. Bu sebeple cumhurbaskanimizin ailesinin bundan onceki donemlerde oldugu gibi bu kimligi yansitacak kisiler olmasi gerekliligi suphesizdir. Bu mevkiye getirilecek kisinin ailesinin giyiminin onemli olmadigini varsaymak, ulkenin siyasi gelenegini ve dolayisiyla temel degerlerini onemsememek demek olacagi icin bu tarz bir yaklasim kabul edilemez. Demirel'in devrim kanunlarini degistirme fikrinin de iste bu sebepten dolayi kabul edilemez oldugunu gormek gerekir, basbakanin soyledigi gibi "devrim kanunlari yapboz tahtasi degildir".
Siyasi gelenek sureklilik gerektiren ve sureklilikte topluma getireliri olan bir kurumdur, bu kurumun zarar gormesi, Turkiye'nin her acidan zarar gormesi demektir. Cumhurbaskaninin karisinin turban takamamasi soz konusu degil, takmamasi soz konusudur. Bu konuyu bir insan haklari meselesi olarak gormek sinsilikten baska bir yaklasim olamaz. Su anki basbakanimizin esinin basini kapatma ozgurlugu tartisilamaz, fakat su anki basbakaninin cumhurbaskanligi mercii icin uygun olup olmadigi tartisilabilir. Bu konu haklarla degil, gelenekler ve uzun vadeli cikarlarla ilgilidir. Bugun yonetimde olan siyasi irade esi kapali bir cumhurbaskani secmeye ozgurdur, fakat bu yonde bir karar vermeleri Turkiye'nin temellerini ve siyasal gelenegini degistirmek olacagi icin bu karari vermeden once bu degisimin gerekliligine butun ulusu inandirmis ve onayini almis olmalari gereklidir. Bu karar hukumetler arasi bir ulusal mutabakat demektir ve bana kalirsa AKP'nin iki sene icinde bu mutabakata varmasi fiziksel olarak mumkun olmadigi icin esi kapali bir cumhurbaskani adayiyla ortaya cikmalari cok buyuk bir yanlis olup, devlete, AKPye ve butun ulusumuza zarar verecektir.

Bugun Turkiye'de yuzde 40-50 arasi bir grup ulkenin kendini tanimladigi sekli benimsememisse mutlak bu tanimda bazi sorunlar vardir fakat Turkiye'nin ne oldugunun, Turkiye ulusal kimliginin ne oldugunun tartismasi onemli ve gerekli oldugu kadar bu kadar basite de indirgenemez.

Bu sebeplerin AKP hukumeti icin yeterince acik olduguna inandigimdan dolayi onumuzdeki cumhurbaskani doneminde boyle bir girisimde bulunmayacaklarini dusunuyorum. Fakat Demirel'in ortaya bu konuyu atmasindan anlasiliyor ki bir sonraki cumhurbaskanligi doneminde yine ayni tartismalar yasanacaktir ve Turkiye'nin hali hazirdaki imajini ve siyasal gelenegini surdurmesi gerektigine inananlar bir daha ki sefere toplumsal munazaranin daha agir basan tarafi olmak durumundadir. Benim kisisel gorusum Turkiye'nin mevcut siyasal geleneginin demoksiyle ve halkimizin devrim oncesi yasami ve kulturu ile daha organik bir baginin bulunabilecegi yonundedir. Ote yandan siyasal gelenegi yaratan sey surekliliktir ve ulkemizdeki mevcut duzenin sorumlulugunu ve eksikleri olsada gururunu hisseden biri olarak bu gelisimlerin sureklilik cercevesi icinde yapilabilecegine olan inancim sonsuzdur. Bir diger inancim da bu degisimlerin aslan payinin, AKP'nin ait oldugu siyasal kanat tarafindan degil, ulkenin yeni olusacak solu tarafindan gerceklestirilecek olmasidir. ama biliyorum ki ben fazla iyimser biriyim....

Bugun gazeteden...

Dunku yazimin ustune bugun gazetede Baykal'in soyledikerini gormek ilgi cekiciydi. Tabi herkes Baykal'in veya herhangi bir odagin bu cikisi yapmasini bekliyordu fakat terorun hortlamasina karsi "dis onlemler"in yeterince alinamadigini soylemesi benim yazdiklarimla paralellik olusturuyor diye dusunuyorum.

Baykal iyi bir cikis yapiyor. Bu konunun uzerine gitmesi lazim, fakat bu firsati AKP ye darbe indirme firsati olarak gorup kotuye kullanirsa hepimize kotuluk etmis olur....

buyrun okuyun:

http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~1@w~2@nvid~587626,00.asp

Diger taraftan hemen bu Baykal haberinin yaninda Bush-Erdogan gorusmesiyle ilgili bir haberde yayinlanmis. Turkiye'nin Bush doktrini icinde azimsanamayacak bir jeo-kulturel-politik onemi oldugu fikrinin bir kez daha altini cizdigini dusundugum icin o haberi de okumanizi tavisiye ediyorum. Bu iki haberin dunku yazidan sonra yan yana cikmasi ilginc bir rastlanti :P

http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~1@w~3@nvid~587623,00.asp

5.6.05

TURKIYE'NIN JEO-POLITIK ONEMI SONA ERMEDI! DUGMEYE BASMA SIRASI BIZDE!

Trabzon ve Sakarya olaylarindan sonra Erdogan konustu: "Birileri dugmeye basti!". Peki kim bu birileri?

Turkiyenin jeopolitik (geopolitic) onemi daha ilkogretim cagindan baslayarak her vatandasimiza alti cizilerek ogretilmistir. Peki nedir Turkiye'nin jeopolitik onemi?

Hatirlarsinizki ilkogretim "milli" cografya kitaplarinin bir bolumu ayni bu konu basligi altinda toplanmis, butun genclerimize 'buyuk devletler stratejisine giris' iceriginde bir ders vermekteydi. Isin asli su ki, ilkokul kitaplarinda yer alan tanim Turkiye'nin Birinci Dunya Harbi sirasindaki jeopolitik onemini anlatiyordu. Bogazlarin kontrolunde olmak, Avrupa ile Asya arasinda bir kopru durumunda olmak gibi bazi cografi avantajlarimizin ulkemizi stratejik bir konuma tasidigi fikri aslinda gerceklere Cumhuriyet tarihimizin neredeyse hic bir bolumunde yansimadi. Turkiyenin topraklari uzerindeki tarih ve kultur birikimi, Asya ile Avrupa arasindaki sikismis konumu bize sadece turizm acisindan ufak bir fayda saglarken, bir cok acidan, en onemlisi guvenlik acisindan her zaman zarar getirdi.

Halbuki ilkogretim kitaplarinda atlanilan, fakat Turkiye'nin 1945-1991 arasi tek jeopolitik onemi olan ozelligimiz Sovyetler Birligine komsu olmakti. Bu ozellik bizi Amerikan yardimlari listesinde ust siralara tasimanin yani sira bir Nato uyesi olmamiza, Cumhuriyet devrimleriyle baslattigimiz Avrupa'ya yakinlasma amacina yardim sagladi. Ote yandan bu donem icinde ulkemizin ic politikalari buyuk devletlerin soguk savas stratejilerine maşa haline geldi ve ulkemizin hakiki bir insan haklari gelisimi kaydetmesine her zaman engel oldu. Turk solu kirbaclandi, Turk egitimi manipule edilip darbe gordu, Turkiye'nin egemenligi neredeyse kagit uzerine indirgendi. Amerikan yardiminin fiyati agir oldu: Turkiye ekonomik ve politik bagimliliklari olan bir ulke haline geldi. Turk halkinin kendi kaderini tayin etme sansi hokkabaz ustaligiyla ellerinden alindi. Turk demokrasisi, dunyadaki demokrasi savasi ugruna feda edildi. Bati dunyasi adina kursunu biz aldik, karsiliginda ne aldigimiz ise 3 ekimden sonra daha netlesecek.

Peki soguk savas doneminin sonu Turkiye'nin jeopolitik oneminin sonu mu demek oluyor?;
Bu sorunun cevabi bana gore hayir.

Ikinci Dunya Savasinda Nazilere, Soguk Savas sirasinda Sovyetlere karsi yaratilan dunya duzeninin yeni bir versiyonu "Bush doktrini" olarak tekrar karsimiza cikmis durumda. Bu yeni buyuk devletler stratejisi icinde Turkiye yine dusmana karsi on safha olma ozelligini koruyor. Gecen iki sene icinde baskan Bush'un seytan mihveri (axis of evil) olarak adlandirdigi yeni dusmanlar grubunun iki uyesi, Irak ve Iran ayni zamanda bu gruba katilmasi en kuvvetli aday olan Suriye, Turkiyenin guneydeki komsulari. Bunun otesinde Turkiye, terorle olan tecrubesi, radikal islamla olan tecrubesi, laik duzende yasayan Musluman toplumu, orta asyadaki stratejik-ekonomik onemi artmis ve radikal islamin tehtidinde olan devletlere olan kulturel baglari ve en nihayetinde barindirdigi sahin politikacilari sayesinde Amerika acisindan yepyeni bir jeo-kultur-politik onem kazanmis durumda.

Bircoklari dunyada degisen savas ve strateji metodlari bakimindan artik cografi konumun ulkelerin politik onemlerine olan etkisinin azalmakta oldugunu ve dolayisiyla Turkiye'nin bu ozelliklerinin gercek anlamda bir onem ifade etmedigini dusunsede ben bu dusunceye katilmiyorum. Bana kalirsa yukarida saydigim sebepler Turkiye'nin yeni dunya dengelerinde onemini arttirmak, ve hatta soguk savas doneminden yuksek bir seviyeye getirmek icin yeterli gozukuyor.

Bizim su anda yapmamiz gereken sey soguk savas donemindeki rolumuzun ulkemize yukarida bahsettigim getirilerini ve goturulerini alt alta koyup, Turkiye'nin bu yeni jeo-politik onemleri sahiplenmesinin ulkemizin gelecegi acisindan iyi mi yoksa kotu mu olacagini dusunmek. Benim bu konudaki tavsiyem orta yolu bulmak; yani hem bu onemleri sahiplenip ve getirilerini alip, hemde bize olan negatif etkilerini yok etmek. Yani ne yardan ne serden vazgecmemek.

Fakat yeni duzen icinde Turkiye, soguk savas duzeninde yaptigi cengaverligi yapmayarak, yani Irak'taki isgale katilmayarak kendi jeopolitik avantajindan feragat etmis gozukuyor. Ben savas oncesi Turkiye'nin savasa girmesinden yana oldugumu defalarca aktarmistim; bugun soylediklerimden yana duruyorum. Turkiye savasa girmemis olsa bile Istanbul saldirilari ile Al-Kaide'nin hedefi olmus, su an PKK'nin oldurmekte oldugu ve Irakta guvenligini saglayamadigimiz icin olen vatandaslarimizla beraber kaybimiz savasa girmemiz durumundaki kaybimizla karsilastirabilecek seviyelere gelmistir. Ote yandan, bu kararimizla 28 milyarlik ekonomik, Irakta daha soz sahibi olma bakimindan politik, ve Amerika ile iyi iliskilerde olma bakimindan stratejik bir cok avantajimizi kaybetmeye yaklastigimiza inaniyorum. Turkiye, son iki senedeki ekonomik ve demokratik basari ile, bu avantajlar olmadanda ileri gidebilecegini gostermis olsada ben bu ilerlemenin avantajlarimizi koruyarak basarilabilmis olacagini dusunuyorum.

Tabi ote yandan, millet iradesiyle meclisimizin aldigi karar bizi bu isgalden uzak tutmus olsada, Incirlik ve Nato ile olan sorumluluklarimiz ve devletin uzun vadeli politikalarini kollayan merciler sayesinde Turkiye yine savasa bir taraf olmus, sadece onemli bir taraf olamamistir. Iste yapilan en buyuk bir gafletde budur.

Bugun Turkiye bu yeni jeopolitik onemlerin farkina varip sahiplenmezse ve getirilerinden yararlanmazsa buyuk bir firsat kacirmis olur cunku bu onemler yabanci oyuncular tarafindan gozlenmekte ve Turkiye kendi iradesi disinda oyunun icine her halikarda cekilmektedir. Sonucta degisen tek sey, ister istemez icinde bulunacagimiz bir savasa hazirliksiz girmemiz, ve bu savasin gelirlerini alamazken, giderlerine ortak olmamizdir.

Iste Tayyip Erdogan'in soyledigi "dugmeye basma" meselesinin ucu bu konuya dayanmaktadir.Amerikan yonetiminde olan Wolfowitz, Rumsfeld, Cheney ve Rice gibi sahinler Turkiye'nin bizim sahiplenmeyi red ettigimiz oneminin farkinda olduklari gibi, bu onemleri kendi stratejik oyunlarinda kullanmanin hesaplarini mutlak yapmislardir. Turkiye'nin yeni dunya duzeninin vakumuna cekilmesi, hic kuskusuz ki soguk savasta oldugu gibi ic islerine yapilan mudahale ile saglanabilir. Yurt disinda memnun olmadigi hukumetleri dusurmeyi guvenlik planinin ilk paragrafina tasiyan Amerika, bu oyunu Turkiye'ye hic gostermeden oynamaktan cekinmeyecektir. Netekim Amerika'nin PKK ya karsi operasyon konusunda iki yuzlu yaklasimlari ve son dort ayda sayilari 50-60 yaklasan sehitlerimiz bu oyunu oynamaya basladiklarinin bir gostergesidir. Bugun Turkiye'de demokratik adimlar atilip PKK'nin gucu bu kadar zayiflamisken inanilmaz bir zamanlama ile ulkenin milli kimliginin tartismada oldugu bir sirada PKK nin yeniden patlamasi, ulke icindeki atese korukle gidip tahrik etme cabasindan baska bir sey degildir. Bu tahriklerin sonucunda ulkede Amerikan planlarina katilmak istemeyenler, (AKP/CHP) icerideki guclerini yitireceklerdir. Aslinda Turkiye'de son bir kac ayda olanlarda bunu gostermektedir. Hic yoktan patlayan bazi sorunlar, Turk devletindeki sahinleri, (DYP-Mehmet Agar) guclendirmis, Turkiye'yi hic olmadik zamanda siyasal ic rekabetin tuzagina dusurmustur. Elbetteki Turkiyedeki sahinlerin guclenmesi su siralarda Amerikadaki sahinlerin isine gelecektir; kendi dillerinden anlayan, eli agir ve body guard gibi cengaver bir Turkiye! Hemde dahasi, ise gec kalmis, elinde kozu olmayan, ne yaptigini bilmeyen bir Turkiye!

Simdi bana donup, "Nasil olsa bizi icine cekecekleri icin, biz gonullu mu olalim yani?" diye sorabilirsiniz. Cevabim tabi ki hayir. Basta soyledigim gibi en iyi strateji orta yolu izlemekten gecer; Yeni dunya duzeninde bilincli bi sekilde yerimizi almak ve bu davranisimizin getirisini fazlasiyla somurerek her alanda toplamak; ulkemizin uzun vadede guvenligini saglayacak adimlari bu cercevede dunyaya kabul ettirerek atmak; ic islerimizin masa olmasini, icerideki tahriklerin kaynaklarini desifre ederek ve ustune giderek engellemek, demokratik ve ekonomik adimlari hizla atmak ve en onemlisi ulkemizin hemen hemen kagida indirgenen egemenligini tam anlamiyla yeniden kazanmak ve bir sonraki dunya duzeni degismine buyuk bir oyuncu olarak girmek.

Bu yazinin farkli kutuplardan etkilenen bir paranoya urunu oldugunu dusunebilirsiniz. Ozellikle "dugmeye basmak- Trabzon - Amerika - Agar (vs.)" baglantilarinin biraz fazla esnek oldugunu dusunebilirsiniz fakat bu baglantilar gecerli olmasa bile genis vizyonda Turkiye'nin yol haritasi degismeyecek. Stratejilerimizi daha detayli ve daha ileriye donuk dusunmek zorundayiz ve bunu yapabilmek icin her seyden onemlisi kendi icimizdeki guven baglarini guclendirip bir amaca dogru gitmeliyiz. Ancak ic siyasetteki rekabetin boyutu, tahrikten, paranoyadan, yikimdan ve vahsetten yardimlasmaya dogru kayarsa devletin hukumetler otesi organlari ulkenin gelecegini en guzel sekilde planlayabilir. Artik dugmeye basmasi gereken bizleriz!

3.6.05

Daşnak Partisi Ermeni Tehciri için Tazminatı Amaçlayan Yeni Planını Açıkladı

Radio Free Europe-Radio Liberty'nin bugünkü haberine göre Ermenistan'ın en eski ve etkin siyasi partilerinden, günümüz Ermeni hükümetinin de koalisyon ortaklarından olan Daşnak (çoğu Türkçe belgede Taşnak olarak bilinir) partisi artık sözde soykırımın tanınma safhasının gerçekleştiğini, dolayısıyla bugünden itibaren maddi tazminat ve toprak talebi merkezli yeni bir kampanya başlattıklarını açıkladı. Taşnak partisi Avrupa ve Amerika'daki diyaspora Ermenileri arasında da etkinlik sahibi. Partinin sözcüsü Giro Manoyan diyasporadaki Ermenilerin de partinin Avrupa ve Amerika büroları aracılığıyla bilgilendirilerek bu yeni kampanyaya katılacaklarını belirtti. Manoyan'a göre, özellikle Fransa gibi Türkiye'nin AB üyeliğine karşı ülkeler bu yeni kampanyaya da -eskilerine olduğu gibi- destek vererek Türkiye'yi uluslararası arenada sıkıştırılmasını sağlayabilir. Haberin çok daha uzun olan ingilizce aslını aşağıya kopyalıyorum. Web adresi de şöyle: http://www.armenialiberty.org/armeniareport/report/en/2005/06/68ECE185-ECBA-41F5-A000-B4D2696A39D9.ASP

Dashnaks Plan Shift In Genocide Recognition Effort
By Ruzanna StepanianThe Armenian Revolutionary Federation (Dashnaktsutyun) plans a major shift in its decades-long campaign for international recognition of the Armenian genocide that will aim to hold modern-day Turkey accountable for the events of 1915-1918, it emerged on Friday. Giro Manoyan, the spokesman for the pan-Armenian party’s governing Bureau, said that genocide recognition alone would not restore historic justice and that the international community should now “hold Turkey accountable” for the extermination of some 1.5 million Armenians in the Ottoman Empire. “There is no longer a need to merely prove a historic fact,” Manoyan told RFE/RL. He indicated that this will be at the heart of a planned “adjustment” of the activities Dashnaktsutyun’s lobbying structures in the United States, Europe and elsewhere in the world. Representatives of those structures began on Friday a two-day meeting to discuss the shift in the nationalist party’s emphases. The meeting took place behind the closed doors. The policy change is in tune with one of the main tenets of Dashnaktsutyun which has never made secret of its desire to get Turkey to not only admit to the genocide but also pay material compensation to Armenia and descendants of genocide victims. Earlier this year, Dashnaktsutyun accused the United States of prodding Turkey to recognize the genocide “without consequences.” Its leaders also want Yerevan to keep the door open for future territorial and financial claims to Ankara. “We believe that Armenia is unable to make such demands today,” Manoyan told RFE/RL in April. “But this doesn’t mean that it will be unable to do so tomorrow.” This stance contrasts with the official position of the Armenian government in which Dashnaktsutyun is represented with three ministers. “We are not talking about compensations, this is only about a moral issue,” President Robert Kocharian said recently. Manoyan claimed on Friday that in seeking Turkish reparations the Armenians can count on the support of countries like France that want Turkey to address the genocide issue before joining the European Union. “Incidentally, these are the countries that have said ‘no’ to the EU constitution,” he said. “According to commentators in those countries, the ‘no’ vote was in large part due to the prospect of Turkey’s EU membership.” However, neither France nor other EU nations that recognized the Armenian genocide have ever called for Turkish reparations. In a landmark 1987 resolution, the European Parliament stressed that “neither political nor legal or material claims against present-day Turkey can be derived from the recognition of this historical event as an act of genocide.” (Photolur photo)

23.5.05

AB üyeliğimize darbe gibi: Almanya'da Seçim Var!!!

Belki gerçek önemi hemen anlaşılamayacak ama bugün Almanya'da meydana gelen bir gelişme şimdiye kadar Türkiye'nin AB üyeliği konusundaki en kötü haber-gelişme olarak nitelendirilebilir. Türkiye'nin başını ağrıtan Ermeni iddiaları kadar hatta daha da vahim bir gelişme benim kanaatimce. Almanya'da seçim var, hem de muhtemelen Eylül ayında!!! Her AB muhabbetimizde söylerim, eğer Şanşölye Gerhard Schröder olmasa, yani Almanya'da Sosyal Demokratlar ve Yeşilller iktidarda olmasa Türkiye'nin AB adaylığı buraya kadar gelmezdi. Müzakere tarihi almak bi yana, belki aday olarak bile tanınmazdı Türkiye 1999'da. Neden? Çünkü AB'nin motoru Almanya ve Fransa. Fransa'nın Türkiye'ye tavrı oldukça soğuk, başkan Chirac hariç, Fransa'nın sağı da solu da Türkiye karşıtı. Türkiye'nin güçlü bir Türk lobisi, tarihi bağları, ekonomik bağları, turizm bağları, vs. ile karşılıklı bağımlılık içinde olduğu büyük Avrupa ülkesi Almanya. Ve Alman iç siyasetinde Türkler bütün ağırlıklarını Sosyal Demokratlar ve Yeşiller'den yana koymuş durumdalar. Türk milletvekilleri orda, Türk işadamları, dernekleri onlarla... Sosyal demokratların birkaç milletvekili farkla ve yüzde 1 gibi bir oy farkıyla kazandıkları geçen seçimde de Türklerin %90'a yakını Sosyal Demokrat (SPD) ve Yeşillere oy verdi. Zaten bu ikisi hep koalisyon içersinde. Şimdi muhalefette olan diğer potansiyel koalisyon grubu da Hristiyan Demokratlar (CDU) ve Hür Demokratlar (FDP). Doğu Alman komünistlerinin kurduğu ve tüm oylarını doğu almanya'dan olan Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) eskiden %5 barajını geçiyordu ama geçen seçimde %4'te takıldı ve meclise giremedi. Esasen PDS Türk adaylara en çok yer veren partiydi geçen seçimde ama dediğim gibi şu anda 5. parti ve meclise giremeyecek kadar marjinal sayılır. Neyse. Yıllardan beri bütün seçim araştırmaları ve benim konuştuğum tüm Alman arkadaşlarım 'Schröderin işi bitti, Hristiyan Demokratlar kesin kazanacak, hem de %10 farkla' falan diyorlar. Ben de 'nasıl olsa Alman seçimleri 2006 sonbaharında, biz o zamana kadar müzakerelere başlamış baya da yol almış oluruz' diye düşünüyordum ama nazar değdi ve dün bir yerel seçimde aldığı hezimete istinaden SPD bu Eylül ayında erken genel seçime gitmeye karar verdi. Felaket! Bu demek ki bizim müzakereler başlamadan bitebilir... bence hükümet ve Türk halkı Almanya'yla uzaktan yakından alakası olan herkesi ve herşeyi harekete geçirsin ve Hristiyan Demokratları bir dönem daha iktidardan uzak tutsun. Ama tabi bunu yapmak Türkiye'nin elinde değil, Alman seçmenin elinde. Bir kez daha söylüyorum: Türkiye AB'ye Almanya sayesinde girebilir ancak, Almanya'nın aşırı desteği olmazsa bi tek İngiltere ve bazı ufak tefek ülkelerin desteğiyle hiçbirşey olmaz! Zaten AB'nin Doğu Avrupa'daki genişlemesi de Almanya sayesinde oldu. Kim bilir, belki Hristiyan Demokratlar iktidara geldiklerinde 'seçmene verdikleri vaadi (Türkiye'nin AB üyeliğini engelleme vaadini)' unutup Türkiye'ye kucak açarlar. Bekleyip göreceğiz.